24 Mart 2018






Duyguları Sonsuza Kadar Yaşatacak Albüm

Jeff Buckley- Grace

10/10






       
     Jeff Buckley, eşi benzeri olmayan sesi, gitara olan hakimiyeti ve muazzam şarkı yazarlığıyla komple bir müzisyendi. 1997 Mayıs’ında hayatını kaybettiğinde ise henüz 30 yaşındaydı. Bu kadar genç yaştaki ölümü, büyük bir kesim tarafından tahmin edilebileceği gibi alkol ya da uyuşturucu etkisi altında olmadı. Üstelik, bu trajik ölümü intihar da değildi: Memphis’teki Wolf River limanında yüzerken yanlışlıkla boğulmadan dolayı öldüğü açıklandı. Esas acı olan ise, Song to the Siren ile hatırladığımız bir başka yetenek abidesi olan babası Tim Buckley’nin 28’inde gittiği gibi bu kadar erken yaşta aramızdan ayrılmasıydı. Hem de babasının aksine, daha bir evladı olduğunu göremeden bu dünyadan ayrıldı. Ancak yine de Jeff Buckley’nin başka anlamda bir evladı vardı, o da kendisi gibi eşsizdi: 1994 yılında yayımladığı ilk ve tek solo albümü Grace.


            Grace albümünde olağanüstü bir duygu yükü var. Bu yük, o kadar derin ki bunu kelimelere dökebilmemiz çok güç. İnsanlık, müzik tarihi boyunca birçok harika ses ile karşılaştı; ancak bu denli bir duygu aktarımı yaşatan gerçekten çok az sanatçı mevcut. Hissettiklerini tamamiyle dinleyiciye aktarabilen bir müzisyenin albümü bu. Hatta albüm, sadece sanatçısı genç yaşta hayatını kaybetti diye gereğinden fazla şişirilen bir eser de değil, alakası yok. Tam tersi bir deyişle şunu bile söyleyebiliriz ki bu kayıt, başından sonuna kadar –bütün parçalarıyla- gelmiş geçmiş en özel müzik albümlerinden biri. Özellikle bu devirde bütün parçaları güzel olan bir eser bulmak gerçekten zor. Grace, bu anlamda bir başyapıt.


            Mojo Pin ile açılan albüm, dinleyiciyi adeta bu sanat eseri kayda hazırlayan bir parça. Aynı zamanda, sanatçının şarkılarını icrasındaki en önemli özelliklerinden olan o “doğaçlama havası” da burada buram buram hissediliyor. Bu nedenle de stüdyo kayıtlarının kusursuzluğu bir yana, Buckley’nin canlı performansları da ayrı bir güzellikte. Özellikle, meşhur Chicago performanslarına göz atılması şart. Bu parçanın ardından gelen, albüme adını veren Grace, sanatçının unutulmaz riff’leriyle gitaristliğini de konuşturduğu eserlerden biri. Jeff Buckley denildiğinde akla ilk gelen parçalardan olan şarkı, “Wait in the fire” nakaratıyla dinleyiciyi adeta yakalayan bir eser. Ayrıca, dünyanın faniliği hakkındaki ince detaylı şarkı sözleri de sanatçının kaleminin ne kadar güçlü olduğunun bir kanıtı.


            Last Goodbye ile devam eden albüm, “Kiss me, please kiss me. But kiss me out of desire, babe, not consolation” sözleriyle, daha önce bahsettiğimiz o duygu yoğunluğunu hissettiren bir yapıya sahip. Albümün bütünlüğünde olduğu gibi alternatif rock ve folk rock karakterleri arasındaki şarkı, akustik gitarlarıyla tam anlamıyla akıp gidiyor. Albümde bulunan cover’lardan ilki olan bir James Shelton şarkısı Lilac Wine ise Buckley’nin en duygusal işlerinden biri. Daha ilk saniyesinden sizi alıp uzak yerlere götüren parça, sadece sanatçının “Listen to me” deyişini duyabilmek için bile dinlenebilir.

            Gitarların hakimiyetinin hissedildiği parçalardan olan So Real, aynı zamanda sanatçının sesinin de iniş-çıkışlarının üst düzeyde olduğu işlerden biri. Ayrıca, sonlardaki “I love you, but I'm afraid to love you.” sözlerindeki sanatçının sesindeki o “teslimiyet” duygusu da akıllardan kolay kolay çıkmıyor. Ardından, Hallelujah ile birlikte, belki de gelmiş geçmiş en başarılı “boynuzun kulağı geçmesi” anlarından birine şahit oluyoruz: Büyük üstat Leonard Cohen’in en ünlü eserlerinden biri olan bu şarkıyı Buckley, kendine has bir şekilde öyle bir yorumluyor ki aynı zamanda onun da bir parçası haline geliyor. Bir jenerasyonun da The O.C izlerken ilk defa tanık olduğu bu parçanın Buckley yorumu, nesilden nesile ölümsüzlüğünü korumaya devam ediyor.


            Lover, You Should’ve Come Over, özellikle sonundaki 4 farklı “It's never over...” bölümüyle kalpleri fetheden bir başka Jeff Buckley şarkısı oluyor. Ayrıca parçanın verse’lerinin arasındaki ufak gitar dokunuşları da şarkıyı zenginleştiriyor. Corpus Christi Carol ise albümdeki bir başka harika cover. Parça çok eski bir geleneksel İngiliz ilahisi. Sanatçının o eşsiz sesindeki NME’nin ifade ettiği üzere o falsetto ve kafa sesi karışımı hali, albümün tamamında olduğu burada da ağızları açık bırakıyor. Ardından gelen Eternal Life, enerjik gitarlarıyla sanatçının albümdeki en agresif ve hatta biraz da en grunge hali oluyor.

            Albümün belki de en özel parçalarından ikisini en sona saklayan Buckley, Dream Brother ile özellikle ilk saniyesinden son anına kadarki prodüksiyonuyla tekrar tekrar dinlenicek bir şarkıya imza atıyor. Ayrıca, bu kadar unutulmaz şarkı sözleri içeren bir albümün belki de en vurucu sözleri de burada saklı: “Don't be like the one who made me so old. Don't be like the one who left behind his name. Cause they're waiting for you like I waited for mine. And nobody ever came.”. Buckley, parçanın ismindeki “hayalindeki kardeşi” olacak kadar yakın bir dostu olan Chris Dowd’a yazdığı bu şarkıda, kendi babasının hamile annesini bırakıp gitmesini anlatıyor. Dowd’un da bunu aynı şekilde yapmamasını istiyor.


Forget Her ise bu muhteşem albüme layık bir kapanış yapıyor. Özellikle bu duygusal nakarat ile birlikte de Buckley, söyleyecek her şeyini söylemiş oluyor: “Don't fool yourself, she was heartache from the moment that you met her. My heart feels so still as I try to find the will to forget her, somehow. Oh, I think I've forgotten her now.”. Böylelikle şunu biliyoruz ki bu albüm, Buckley’nin duygularını sonsuza kadar yaşatacak!


Kaynak: 1






Yalnız Gecelerinize Dost Olan Bir Albüm

Yüzyüzeyken Konuşuruz- Akustik Travma

7,5/10






2011 yılında 92 doğumlu şarkı yazarı Kaan Boşnak tarafından akustik bir müzik projesi olarak çıkan Yüzyüzeyken Konuşuruz, parçalarının internette viral olmasıyla tanınmaya başlandı. Daha sonra Boşnak’ın yanına gitarist Engin Sevik’in de katılımıyla grup statüsünü alan Yüzyüzeyken Konuşuruz, şu an ise bas gitarda Can Tunaboylu ve davulda Can Kalyoncu ile birlikte artık ülkenin sayılı topluluklarından biri: Grup, yer yer psychedelic anlar da içeren indie-folk temalı ilk albümleri Evdekilere Selam (2013) sayesinde çıkış yaptı. En önemli özellikleri ise bu ülke için fazla orijinal olan şarkı sözleriydi. Ertesi yıl gelen ikinci kayıt Otoban Sıcağı’nda ise –çoğu yeni grubun sonraki albümlerinde yaptığı gibi pop’a yönelmeyip- daha deneysel işlere giren topluluk, kemik kitlesini daha da genişletti.


Grup, üçüncü albümleri Akustik Travma (2018) ile kaydın başından sonuna kadar büyük yer kaplayan synth’lerle birlikte daha elektronik bir yola giriyor. Aslında bu yol, Büyük Ev Ablukada’nın ilk başta Ay Şuram Ağrıyo adı altında akustik konserler verdikten sonra synth bazlı elektronik art-pop’a yönelen Fırtınayt projesine çok benzer bir evrim. Hedef kitlesi benzer olan bu iki grup, birbirlerini bu anlamda tamamlıyor gibi. Bunun dışında, Yüzyüzeyken’in bu kaydının adına ilk başta kanıp daha slow bir albüm bekleyebilirsiniz; ancak “Akustik Travma” terimi, genellikle yüksek desibel gürültüye maruz kalmayla oluşan bir çeşit iç kulak yaralanmasıymış.


Albümün öne çıkan parçalarına geçmeden önce şunu söyleyelim: Parçaların neredeyse tamamı, grubun 2017 çıkışlı hit single’ı Ne Farkeder’i andırıyor. Yoğun elektronik altyapılar ve önceki albümlerinde sıkça görülen lead gitar riff’lerini bir arada kullanan şarkı, Boşnak’ın eskiye göre de hafif arabeskimsi vokalleriyle kendine özgü bir tat yakalamıştı. Bu albümde ise parçaya göre sadece gitar kullanımları azalıyor. Geri kalan unsurların çoğu benzer. Aslında gitarların etkin olması, Yüzyüzeyken’in müzik karakterinin önemli bir parçasıydı; ancak grup, kendi evrimlerine farklı yollardan devam ediyor. Bunun muazzam örneklerinden biri olan Sandal, albümün en başarılı işlerinden biri: Synthpop’un etkilerinden biri olarak kaydın genelinde de olan o 90’ları andıran retro hava, özellikle bu şarkıya çok yakışıyor. “Yollar aştım geldim. Kuyulara düştüm kendim. Tırmandım parmaklarımla. Kirlensin tırnaklarım da” nakaratıyla da parça çok ön plana çıkıyor.


Bodrum, grubun şarkı sözleri açısından ilk zamanlarını hatırlatan parçalardan biri: Daha önce bahsettiğimiz gibi, Yüzyüzeyken’i farklı kılan, o doğal ve samimi şarkı sözlerinin ön planda tutulmasıydı. Böylece grup, kendi Facebook’unda da ifade ettiği üzere “şehirli bir lirik müzik grubu”ydu. Ancak özellikle bu albümle, grubun artık 4 kişi olmasının da getirisiyle, sözden çok bestelerin ön plana çıktığını görüyoruz. Bu parça ise “Şehre yeni geldim dün akşam. Kararım var rakıyı bırakcam. Yaramıyorsa içmicen başkan. Yamuluyorsan içmicen başkan.” gibi dizelerle, albümdeki diğer şarkı sözlerine göre daha akılda kalıcı bir yapıda.


Sözleriyle iz bırakan bir diğer parça olan 2013 ise Gezi’ye selam çakarak o yılın birçoğumuz için unutulmaması gerektiğini ifade ediyor: “Sanki çocuk 15’inde vurulmadı. Unutup gülebilelim” ve “Filler unuttu analar unutmadı. Ama nasıl unutabilir.” gibi sözlerle şarkı, doğrudan  kalplerimize kazınıyor.  Bunun dışında, albümün açılışını yapan Kadıköy Kızı, genel olarak bu kaydın özeti gibi: Altyapıları ve düzenlemesiyle, ardından gelen diğer parçaların da bu karakterde olacağı hakkında bize fikir veriyor. Aslında, bu olumlu bir durum çünkü şarkıların belli bir bütünlüğü var; ancak albümün ortalarında bu durum biraz sıradanlaşmaya başlıyor. Parçaların hepsi birbirine çok yakın. Albümün olumsuz yönlerinden biri bu.  Bir diğer ilginç yönü ise Boşnak’ın Dinle Beni Bi’ ve Onlar da Yansın parçaları başta olmak üzere sergilediği ve r’lere fazla bastırarak yaptığı arabeske kaçan vokal performansı. Bunlar dışında, genel olarak synth ağırlıklı retro yapısıyla bir bütünlüğe sahip olan bir albüm bu. Hatta bu yüzden Akustik Travma, gece yalnız dinlendiğinde size dost da olabilen bir albüm. Yaramıyorsa içmicen başkan!

11 Mart 2018





Kendrick Lamar ve Dostlarından Afrika Soslu Bir Ziyafet

Kendrick Lamar- Black Panther: The Album

8/10





     
      Marvel’ın devasa filmi Infinity War öncesindeki son adımı olan Black Panther, 2018 yılının en fazla hasılat yapan işlerinden biri. Film, gerek özenle seçilmiş Afrikan-Amerikan ağırlıklı cast’i gerek de NBA All-Star’a bile varan birçok promosyon çalışmaları sayesinde global çapta bir etki yarattı. Black Panther’ın müziklerinden ise en son 2017 yılının “sahibi” DAMN. albümüne imza atan rapçi Kendrick Lamar sorumlu. Hatta bu albümden LOVE.’ın klibinin 1:54 saniyesinde “B. Panther Soundtrack Coming Soon” yazıyordu. Bunun dışında, klasik anlamda orijinal film müzikleri de Ludwig Göransson’a emanet. Ona da ayrı bir parantez açmak lazım; çünkü filmdeki Afrikan kültürüne ait müziklerle günümüz trap parçalarının beat’lerini Killmonger parçasındaki gibi harmanlayarak ortaya çok yenilikçi bir iş çıkarmış. Göransson’u da Black Panther’in yönetmeni Ryan Coogler’ın önceki filmlerinden ve Childish Gambino’nun birçok albümünden hatırlayabilirsiniz.


            Kendrick Lamar, kendisinin Black Hippy grubundan dostlarının yanında ve birçok ünlü müzisyeni de yanına alarak Black Panther: The Album’e imza atıyor. Albümün altyapılarının çoğundan ise daha önce de Lamar ile birçok defa çalışmış Sounwave sorumlu. Aslında özetle, bu bir Marvel filminin “aşırı ticari” bir toplama müzik albümünden öte, tam anlamıyla gerçek bir hip-hop kaydı. Hatta biraz daha net konuşursak şunu söyleyebiliriz ki yılın en başarılı rap albümlerinden biri olmaya aday bir iş. Bunun başlıca sebebi ise tabii Kendrick Lamar’ın son zamanlardaki “formu”: Sanatçı, son yıllarda neredeyse dokunduğu her şarkıyı altına çeviriyor. Ayrıca, albümdeki bir başka güzellik ise bütün şarkıların inanılmaz bir özenle kaydedilmiş olması. Bu etken de kaydın seviyesini oldukça yukarı çıkarıyor: Başka bir deyişle, albümde boş şarkı neredeyse yok. Baştan sona keyifle dinleyebilirsiniz.


            Black Panther parçasıyla açılan albüm, Kendrick’in 2016 Grammy’leri dahil çoğu canlı performanslarında yaptığı gibi yoğun bir duygu yüküyle dinleyicileri karşılıyor. Neredeyse freestyle’ları andıran sözleriyle rapçi, aynı zamanda kendisinin de hip-hop dünyasının Kral T’Challa’sı olduğunu ifade ediyor. All the Stars’da ise Kendrick’in yanında Ctrl (2017) adlı ilk albümüyle büyük başarılı yakalayan SZA’yı dinliyoruz. Şarkı, birçok klişesiyle albümün en klasik ticari işlerinden biri; ancak K-Dot burada da yine dokunduğunu altına çeviren oluyor. Aynı şekilde The Weeknd ile birlikte resmen dünya müzik listelerdeki üst sıralarda dolanmak için yapılmış olan Pray for Me de albümün vitrinlerinden biri. Filmde de T’Challa, Okoye ve Nakia kumarhaneye girerken çalan şarkı, özellikle Starboy (2016) albümü altyapılarını andıran yapısı ve Afrika kültürüne ithafen yerel ögelere yer vermesiyle akılda kalıyor.


            I Am, özellikle alternatif r&b sevenler için 97’li ve Brit Awards ödüllü yetenek Jorja Smith ile albümün en derin işlerinden birini bizlere sunuyor. Sonrasında gümbür gümbür gelen Paramedic! ise çoğu müzikseveri burada Kendrick’e eşlik eden SOB X RBE grubu ile tanıştırıyor. Bu dörtlünün ileride adını çok fazla duyuracağı kesin. Seasons’da ise reggae dokunuşlu vokaller ile özellikle sonlara doğru muazzam flow’lara sahip rap performansları dikkat çekiyor. Trap’in krallarından Future, derin müzisyen James Blake ve Lamar’ın tayfadan Jay Rock’ın bir arada olduğu King’s Dead ise albümün en iyi işlerinden biri. Özellikle Kendrick, parçanın sonlarında resmen ağızları açık bırakıyor. 2018 Grammy performansında da parçanın bu kısmına yer vermişti.



Albümün en özel parçalarından X, Lamar’ın daimi kankalarından muazzam kişilik Schoolboy Q, Güney Afrikalı genç yetenek Saudi ve ünlü rapper 2 Chainz’i bir araya getiriyor. Albümdeki en sağlam beat’lerden birine sahip parça, “Are you on ten yet?” sözleriyle de ile aksiyona tam anlamıyla hazır olup olmadığımızı bizlere soruyor. Şarkının ismi de haliyle 10’un Roma rakamı halinden geliyor. Filmin en heyecanlı yerlerinden biri olan araba sahnesinde arkada çalan Opps ise, resmen klasik bir Vince Staples güzelliği olmuş. Sanatçının kalıpları yıkan rap performanslarının başka bir örneği bu. Lamar da özellikle ayrı bir seviyede. Aslında parçanın sürekli değişen ve deneysel bir yapıya sahip karakteri, albümün çoğu parçasında da görülüyor: Bu nedenle de popüler kültür için değil de sadece sanat için yapılmış bir albüm bu. Hatta keşke filmde bu albümden daha fazla parça kullanılsaymış diye dinleyenleri de üzmüyor değil. Özetle, gerçek kral hem T’Challa hem de Kendrick!





Justin Timberlake'ten Deneysel Sularda Yüzen Bir Albüm

Justin Timberlake- Man of the Woods

6/10






       
    2013 yılındaki duble albümü The 20/20 Experience ve 2016 yazının marşlarından olan Can't Stop the Feeling! sonrası Justin Timberlake, Man of the Woods albümü ile ortamlara geri dönüyor. Oğlu Silas’ın 2015 yılında doğmasından sonra kendisinin de birçok fırsatta değiştiğini dile getiren sanatçı, burada da bunu kanıtlıyor gibi: Oğlunun ve eşi olan ünlü oyuncu Jessica Biel’in seslerinin bazı parçalarda yer almasının yanı sıra albümdeki şarkı sözlerinin de büyük bir bölümünün “ailenin değerini” anlatmasıyla bunu anlayabiliyoruz. Ayrıca söz konusu değişim, albüm kapağından ve isminden bile görülebiliyor: Oğlunun isminin anlamının “orman adamı” olmasına ithafen yeni kaydına böyle bir isim seçen Timberlake, kapaktaki imajında da artık ben sizin o bildiğiniz Suit & Tie içindeki çapkın değilim demek istiyor. O, artık oduncu gömlekli bir aile babası.


            Albümün ilk single’ı olarak Filthy ile sanatçı, tam anlamıyla bütün eseri özetleyen bir şarkı yayınlıyor. Justin Timberlake “markasına” güvenerek sıradan bir pop eseri çıkarmayıp risk alarak böyle cesurca farklı bir işi ilk single olarak yayınlamak gerçekten çok takdir edilesi bir hareket. Ufak ufak dubstep sosları olan bu ilginç karakterdeki parçayı seven çok seviyor; sevmeyen de hiç sevmiyor arası yok. Ancak özellikle Super Bowl LII ve NBA All-Star 2018 gibi iki devasa organizasyonda da promosyonu yapılan bu şarkının müzik dünyasına “ilginç” bir etki bıraktığı kesin. Aslında dediğimiz gibi albüm de böyle: Trap ya da electronica altyapıları içeren modern bir yapı; country, soul ve funk gibi farklı tarzda retro ağırlıklı işlerle harmanlanmaya çalışılıyor. Albümün neredeyse bütün parçalarında onun da imzası olan ünlü ve şapkalı müzik adamı Pharrell Williams ise Timberlake’i bu yenilikçi karışım anlamında etkilemişe benziyor.


            Higher Higher, eski Timberlake sound’una en yakın işlerden de olmasıyla birlikte albümdeki en başarılı eserlerden biri oluyor. “Stress is cruel, fame's a lie. But you're special, on every level. Success is cool, money is fine. But you're special, another level.” sözleri, bütün samimiyetiyle kalplere kazınıyor. Ayrıca, “If it's for you, it can't be any old thing” geçişi ise gerçekten Justified (2002) günlerinden taşıdığı izlerle parçayı ilk dinleyişte bile sizi ele geçiriyor. Midnight Summer Jam ise JT’nin son yıllardaki funk etkili single’larına ek olarak albümün dikkat çekenlerinden biri oluyor. Funk gitarlarıyla, country etkili mızıkasıyla ve tabii ki vokallerinin iniş-çıkışlarıyla şarkıyı bu kaydın kendini tekrar dinleten parçalarından yapıyor.

            Supplies, albümün son yılların modası olan trap dokulu hitlerinden biri oluyor. Özellikle altyapısıyla yeni neslin albümdeki favorilerinden biri olabilir. Bir başka dikkat çeken parça olan Say Something ise son zamanların en başarılı country seslerinden Chris Stapleton’un derin vokalleriyle de çok dolu bir şarkı. Timberlake’teki söz konusu değişime akıp giden yapısıyla en iyi adapte olan eserlerden biri bu. Montana ise albümdeki bir diğer akılda kalan parça: Sanatçının kendine özgü r&b tarzının orta tempolu bir Funk ritmiyle harmanlanmasının tatlı bir sonucu.



            Hayatının oğluyla birlikte değişmesiyle cesurca bir seçim yaparak deneysel sularda yüzmeye karar veren müzisyen, bunun için de oldukça saygı duyulacak bir risk alıyor. Ancak genel anlamda bakıldığında, birçok -alakasız- müzik türünün harmanlanmasının yer yer abartılı prodüksiyonları ve hatta çoğu zaman parçaların “kırpılmamış” bir yapıda olması gibi unsurlar, albümden beklentilerin altında kalıyor. Gelecek için ise cesur bir adım olan bu albüm, Timberlake’in hayatında ise tıpkı oğlu gibi yepyeni bir sayfa!

8 Mart 2018






Ceza'nın Bu Topraklarda Derin İzler Bırakan Albümü

Ceza- Rapstar

9/10







       
    1976 yılının son gününde Üsküdar’da dünyaya gelen Bilgin Özçalkan, Haydarpaşa Meslek Lisesi’nin ardından bir süre elektrik teknisyenliği yaptıktan sonra hayatımıza Ceza (Fatalrhymer) olarak girdi. Böylelikle de kendi deyimiyle “Allah, rap’in ‘ceza’sını verdi”: Müzik kariyerine 2000 yılında Nefret grubuyla başlayan sanatçı, 2 yıl sonra ilk solo albümü Med-Cezir’i yayımladı. Albümdeki Med Cezir parçası; kalpleri derinlerden vuran sözleri, arkasında ustaca işlenmiş beat’leri ve bir tokat gibi çarpan nakaratıyla hem kendisinin hem de Türkçe sözlü rap’in dönüm noktalarından biri oldu. Unutulması zor klibiyle de dönemin müzik kanallarında defalarca gösterildi. Bunun dışında, kayıttan Tek Bir İhtimal Var ve Savaş Çocukları gibi akıllara kazınan birçok şarkıyla da sanatçı, kendisini müzik dünyasına kanıtlamış oldu. En önemlisi de bu albüm, birkaç farklı jenerasyonun walkman’inde, discman’inde veya mp3 çalarlarında kendine mutlaka yer bulmuştu.



            Ceza’nın zor olanı başararak kendini aşması ve hatta ulusal çaptaki ününün uluslararası boyutlara taşınması ise ikinci albümü Rapstar (2004) ile oldu. Hani bütün şarkıları ayrı ayrı güzel olan albümler vardır ya bu eser de işte öyle bir başyapıt. Müzisyenin kendini hem teknik açıdan (bkz. Holocaust) hem de duygusal yönden (bkz. Anneme) zorlamasıyla da her anlamda emek kokan bir albüm bu. Ayrıca, kaydı sadece bir defa baştan sona dinlemekle bile her şarkı sözündeki emeği sonuna kadar hissedebilmeniz mümkün.

Tüm şarkıların altyapıları ve tertemiz prodüksiyonları, incelenmesi gereken apayrı bir konu: İlk albümdeki gibi çoğunlukla Sagopa Kajmer (Dj Mic Check) tarafından düzenlenmeleriyle birlikte bu albüm, başarısının önemli bir bölümünü de arka plandaki bu isme borçlu. Daha sonra bir nevi yerli East Coast / West Coast çatışmamız olan Ceza ile Sagopa arasındaki kavga gerçekten ayrı bir hikaye. Merak edenler için, Ekşi’de bu kavganın sebebine açılan başlıktaki şu yazı, olanları gerçeğe en yakın şekilde ifade edip özetlemiş. Türkçe rap’in iki küskün efsanesinin elinden Neyim Var Ki gibi bir sanat eserinin çıkması ise bu albümü bu kadar değerli kılan sebeplerin belki de en başında geliyor: Dilimizde yapılmış en güzel rap eserlerinden biri olan şarkı, barışçıl betimlemelerle ve sitemlerle dolu şarkı sözleriyle de dinleyenlerine derin izler bırakıyor. Bu arada kavgaya özgü yazılan albümden bir “diss” için ise bakınız: Sinekler ve Beatler.


Holocaust, Türkçe rap’in flow hızı ve tekniği anlamında görüp görebileceği en özel örneği. Şu an bile yabancılar tarafından hakkında onlarca reaksiyon videosu çekilen bir tekniğe sahip şarkı, Ceza’yı bir üst seviyeye çıkaran işlerden biri. Fatih Akın’ın yönettiği İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek belgeselinde de müzisyeni bu parçayla -ağzımız açık- izleyebildik. İlk albümden Ceza Sahası’ndaki ufak “mikrofon şovu”nu bu sefer katlayarak başka bir boyuta getiren sanatçı, sadece son bölümdeki efsane anda değil; parçanın tamamında şov yapıyor. “Sen beni bilemedin, yüreğimi göremedin. Kendini bilemedin, yamacıma gelemedin. Amacına varamadın, her yeri karaladın. Barışı da yaraladın, acımadan aldın.” gibi bölümlerde de müzisyen, dinleyenleri kolaylıkla teslim alıyor.


  Rapstar parçası, Orhan Gencebay’ın 1986 çıkışlı Benim Değil’ini sample olarak kullanan bir doğu-batı sentezi rap güzelliği. Ceza, özellikle bu şarkısındaki iğneleyici lirikleriyle albümün ve kendisinin edebi olarak en etkileyici işlerinden birine imza atıyor. Özellikle ikinci verse’te yer alan “Televizyon-dizi karakterleri mi adam edecek bizleri?” ve sonrasında gelen “Yeni bir nazım becerebilen çok yok. Çok detone ve çok fazla cover var. Sorsan işi bilen onlar. Anırmakla rap ya da rock olmaz.” sözleri günümüz piyasasını fazlasıyla özetliyor. Ayrıca, Panorama Harem de öncelikli olarak şarkı sözleriyle dikkat çekerken ağır ağır ilerleyen orta tempolu beat’leriyle de albümde fark yaratan eserlerden biri oluyor.

Ben Ağlamazken, sanatçının kalemini resmen konuşturduğu bir flow harikası. Rap’in söylenişinin bu kadar akıcı ve birbirleriyle bağlantılı olduğu şarkı sayesinde Ceza’nın ne kadar zeki bir yazar olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Parçayı dinlerken aynı anda sözlerinin hepsine dikkatlice bir şekilde göz gezdirmelisiniz. Bir başka dikkat çeken parça, önceki albümdeki altyapıları hatırlatan akıp giden beat’leriyle ve İsveçli konukları Fjarde Varlden’le akıllarda yer eden Tamam. İlk albüme gönderme yaparak “Kalbim! Rap’im! Nefret’im! Ceza’m!”ı nakaratıyla haykıran Ceza, ününün sınırlarını genişletmeye devam ediyor. Med-Cezir’i devam ettiren bir başka iş olan Sabah Bastı Geceyi ise o albümdeki Savaş Çocukları’nın aynı zamanda ikinci kısmı oluyor. Bunu da sadece sanatçının sesindeki agresiflikle bile olabilecek en samimi şekilde ifade ediyor.


Anneme, sanatçının annesini kansere kaybetmesinin ardından yazdığı ve belki de yarattığı en kişisel anlamda özel işi. “İlk nefesimde ben senin, son nefesinde sen benim kollarımda. Şimdi ise güneşim, ayım, meleğim, yıldızım...” sözleriyle biten bu şiirsel eser, gerçekten de çok özel. Öne çıkan parçalarda Hasat Zamanı’ndan söz etmesek olmaz: İstanbul’un “gerçek” sorunlarına da değinen bu parça, özellikle rap deyimiyle rhyme’ları yani kafiyeleriyle hafızalardan çıkmıyor. Ceza’nın düet yaptığı diğer parçalar Fuat’lı Bu Rap Muharebe ve eski ortağı Dr. Fuchs’lu Rudeboy vs. Bad Boy ise kesinlikle unutulmaz eserler. Hatta Fuat’ın “Şu habibi, şubiddek, muharribarra, sapanla m4a1 pala bir arada. La mecnun rap yo elhamdülillah en Ab-ı Arif Batı Berlin real cellad.” sözlerini söylediğindeki melodiyi unutmak kesinlikle imkansız.

Genel olarak bu albüm için söylenebilecek fazla söz yok: 19 parçalık uzunluğuna da rağmen dilimizde yapılan allternatif müzik için tam anlamıyla kusursuz bir eser. Bu topraklarda derin izler bırakan ve bırakmaya devam edecek bir albüm bu. Özellikle de Ceza yaş aldıkça, gelecekte daha da değerlenecek, bir şarap gibi yıllanacak ve tam anlamıyla klasikleşecek!








Norah Jones'un Mum Işığında Dinlenilen Albümü

Norah Jones- Come Away with Me

9/10







     
      Güzellik nedir? Güzelliğin tanımı teorik olarak “Estetik bir beğeni, duygu, coşku, hoşlanma duygusu uyandıran nitelik” olarak yapılmış. Bu alanda “Renkler ve zevkler” diye özetlediğimiz halk arasında tartışılmaz bir durum da söz konusu. Ancak herhangi bir şarkıda duyulduğunda bile söylenebilir ki, Norah Jones isimli caz vokal sanatçısı ve piyanisti, dünyanın en “güzel” seslerinden biri. Genlerindeki o melez müzik yeteneğinin sayesinde, onu dinlediğimiz her anda eşi benzeri olmayan bir ses ile karşılaşıyoruz. Böylece, şu anki yaşında bile onu şimdiden tarihin en değerli caz vokal sanatçılarından biri olarak kabul edebiliyoruz.


1979 yılında New York’ta dünyaya gözlerini açan Norah Jones, her anlamıyla müziğin içinde doğan bir sanatçıydı: Tüm zamanların en önemli Hintli müzisyeni olan sitarist Ravi Shankar ve Amerikalı konser prodüktörü Sue Jones’un kızı olan Norah, adeta müzik yapmak için doğmuştu. Çift, kızları henüz 7 yaşındayken ayrılsalar da onu -işleri gereği- hep sanat içinde büyüttüler. Daha sonra soyadını da aldığı annesinin etkisi altında Bill Evans ve Billie Holliday gibi muhteşem caz sanatçılarından etkilenen Jones, müziğin bu kanadına böylece aşık oldu. 23 yaşında da tıpkı ebeveynleri gibi profesyonel olarak müzik hayatına adım atmaya karar verdi: Come Away with Me (2002) adını taşıyan ilk albümü ile kendi yolculuğuna başladı.


Albüm, dünya çapında 27 milyonun üzerinde (!) bir satış yaparak sanatçıyı adeta zirvede başlattı. Bunun yanında, 2003 yılındaki Grammy’lerde “Yılın Albümü” dahil 5 ödüle birden sahip oldu. Ayrıca efsanevi Türk müzik adamı Arif Mardin de bu albümün prodüktörlerinden biri olarak ödül aldı. Kayıt, Jones’un eşsiz tattaki yumuşacık caz vokalinin soul ve akustik pop ile buluşmasıyla adeta huzur verici bir eserdi: Stresli insanlarda dert tasa bırakmayan, kolay uyuyamayan kişilerde ise doğal ilaç etkisi gösteren bir güzellikti. Albümün tek olumsuz yanı ise parçaların karakteristik yapılarının biraz birbirlerini tekrarlayan şekilde olmasıydı.

Don’t Know Why ile açılan albüm, “My heart is drenched in wine. But you'll be on my mind. Forever...” sözleriyle tam da mum ışığında ve şarap eşliğinde bu albümün dinlenmesi gerektiğini ifade ediyor. Bu muazzam parça, kaydın en çok kalplere yerleşen işlerinden biri: Sabırlı gitar ve piyano dokunuşlarıyla birlikte sadece Jones’un “Why”ı telaffuzu bile şarkıyı başka bir seviyeye getirebiliyor. Ardından gelen Seven Years, ismiyle ve tek kelimeyle “kırılganlığı” ifade eden şarkı sözleriyle Jones’un -büyük ihtimalle- ailesinin o 7 yaşındayken boşanmasını anlatıyor. Sakin ve kısacık bir folk eseri tadındaki parça, sanatçının hak ettiği üne kavuşamayan eserlerinden biri. Feelin’ The Same Way ise bir başka dikkat çekici parça. Albümün ikinci single’ı olarak yayımlanan şarkı, eserin geneline göre daha tempolu bir yapıda. Ayrıca, gitar arpejleriyle de vokal çok iyi dolduruluyor.


Albüme adını veren Come Away with Me, tam anlamıyla modern bir caz vokal klasiği. Piyano melodilerinin şarkının adı arkada her geçtiğinde arkada usulce çalması şarkıya swing-vari bir hava da katıyor. Turn Me On ve I've Got to See You Again ise gerçekten buram buram aşk dolu eserler: Hem soul akımını bize tattıran duygu yüklü inişli çıkışlı vokalleri hem de gayet açık bir ifadeyle yazılmış şarkı sözleriyle bunu hissedebiliyorsunuz. Lonestar da özellikle country tarzına yakın gitarlarıyla ve akıp giden temposuyla albümde akılda kalıcı eserlerden biri oluyor.


Özetle, hikayelerinin içindeki sevgiyi naiflikle paylaşan şahane bir albüm bu. En değerli yönü olan vokali için ise söylenecek hiçbir söz yok. Güzellik, mum ışığı, şarap, romantizm ve Norah Jones!