17 Aralık 2015






Büyüme Zamanı

The Neighbourhood- Wiped Out!

7/10






2011’de kurulan Amerikalı topluluk The Neighbourhood, henüz ilk albümüyle ismini birden dünyaya duyurdu. Grubun “I Love You.” (2013) isimli bu albümleriyle yaratmış olduğu “karamsar ve atmosferik tarz”, Rolling Stone dergisinin deyimiyle grubun muadili diğer sanatçılardan en büyük farkı. Bu orijinalliği sağlayan ise 91’li vokal Jesse Rutherford’un kendine özgü sakin vokalleri, basit ama etkili şarkı sözleri ve müzikal altyapının sadeliği. Aslında kimilerine göre bu sadelik ve basitlik, renkli fotoğraf vermeyen grubun ilgi çekici imajıyla birleşince ortaya pazarlama harikası bir “Tumblr gençliği idolü” ortaya çıkıyor. Bu tamamen grubun müziğine önyargılı yaklaşmak ile alakalı. Alternatif rock, indie pop ve yer yer hip-hop sentezli bu müzik, yeni bir şeyler arayan her müziksevere hitap edecek bir türe sahip. Grubun başarılı ilk albümünde ve çıkardığı EP’lerde dinlemesi oldukça keyifli bu gece şarkıları, herkese tavsiye edilebilir: Her ne kadar özellikle ikinci single “Sweather Weather” grubun piyasadaki en büyük hiti olarak ön plana çıksa da “I Love You.” albümünün tamamı, baştan sona her bir parçası kesinlikle sevilmeye değer.





               Grup ile ilgili önemli bir nokta ise üretilen parçaların, hatta istisnasız olarak hepsinin aslında Rutherford’un günlüklerinin bestelenmiş halleri gibi durması oluyor. Bu parçalar, şarkı sözlerinin bireyselliği ve duyguları açık ifadelerle doğrudan dinleyiciye aktarmasıyla bizleri grubun vokalinin özel hayatına 3-4 dakikalığına konuk ediyor: İlk albüm, Rutherford’un 17 yaşından beri birlikte olduğu, ismini de boynuna dövme yaptırdığı şarkıcı Anabel Englund ile olan ilişkisini ve “I Love You.” başlığıyla da haliyle ona olan bağlılığını anlatıyor. Ertesi yıl, 2014’te çıkarılan mixtape’lerinin “#Icanteven” isimli single’ında ise “Just got cheated on, no it's not my day” ve “Shame on me, you fooled me twice” dizeleriyle ise Englund’ın kendisini ikinci kez aldattığını ve bu yüzden ilişkilerinin bittiğini ifade ediyor. Hatta bunlarla birlikte, grubun 2015’te Ekim sonunda piyasaya sürülen ikinci albümü “Wiped Out!”, başlığı ile Englund’un isminin (Rutherford, artık Devon Carlson isimli eski bir arkadaşıyla ilişkide olduğu için) artık silinip çıktığını ve bu süreçte de bir de babasını kaybeden Rutherford’un içinde bulunduğu ruh halini yansıtıyor. Fazla magazinsel gözükse de bu bilgiler, grubun yaptığı müziği net bir şekilde etkiliyor. Bu anlamda aslında The Neighbourhood’un bir grup yapısından çok solo projeyi andırdığı söylenebilir.


Soldan sağa: Lise yıllarındaki Rutherford ve Englund / Yaklaşık 6 yıl sonra yine aynı ikili / Rutherford & Carlson


“Wiped Out!”, böylelikle ilk albüme göre daha konsept bir kayıt olarak karşımıza çıkıyor. Albümün açılışı, Rutherford’un babasına ithafen 30 saniyelik sessizlikle yapılırken sonraki parça “Prey” ile birlikte grup, ilk albümdeki sound’a benzer bir tarzla yol alıyor. Kelime oyunları (“I feel like prey, I feel like praying”) ve gitarlarıyla dikkat çeken şarkı, albümün öne çıkanlarından. Ardından gelen “Cry Baby” de akıp giden temposuyla albümün değerli parçalarından biri. “I know I'll fall in love with you, baby. And that's not what I wanna do” gibi dizelerle Rutherford, yeni ilişkisine başlamasındaki tereddütleri anlatıyor. Albüme adını veren “Wiped Out!”ta ise sadece ikinci bölümündeki karışık tempolu enstrümantal bölüm rahatsız ediyor. Parça, liseden kalma ilişkinin bitmesi ve babanın ölmesi ile birlikte bu yüzden albümün konseptini oluşturan “büyüme” evresiyle ilgili.




Ardından gelen parça albümün kapağı olan “The Beach” ise en başarılı işlerden biri olmuş. Özellikle nakaratın vuruculuğu dikkat çekerken, “I've been callin' you "friend," I might need to give it up” gibi birçok basit sözle ifade edildiği gibi bu şarkı da Rutherford’un eski dostu-yeni kız arkadaşı hakkında. Hatta “Single” parçasında, kızın babası bile (Dave Carlson) şarkı sözüne dahil olmuş (“I'm sorry Dave, I never meant to hurt your baby girl.”). Grubun kendine özgü bu söz yazarlığı devam ediyor. Bunun dışında, şarkıcının kendi babasının ardından kaleme aldıkları; “Daddy Issues” ve ilk single “R.I.P. 2 My Youth”, yine albümün konsepti olan olgunlaşma ile ilgili fena olmayan işler. Genel olarak bakıldığında ise, albümün ilk albümlerinin başarısının ve bütünlüğünün altında kaldığı çok açık. Grubun her şeyi, Jesse Rutherford’un özel hayatındaki olumsuzlukları günlük yazar gibi dinleyiciye aktarmasının bu defa başarılı olup olmadığı tartışılabilir. Belki de bu kadar olay sonrasında kabuğuna çekilip kendisine biraz zaman ayırması, grubun ileride daha eli yüzü düzgün parçalar çıkarmasını sağlayabilirdi. Her şeye rağmen “Wiped Out!”, belli parçalara zaman ayırmaya değer bir albüm.





8 Aralık 2015



Bir Rock’n Coke Güncesi 

Malum bir dergide yayınlanmak üzere yazılmış;

fakat hiç yayımlanmamış bir yazı...



2010'dan sonra her iki yılda bir yapılacağı açıklanmasına rağmen bu yıl düzenlenmeyince hayal kırıklığı yaşatan yerli Glastonbury'miz, Rock'n Coke'un 2013 yılını hatırlamak isteyenlere:


                                                                                

Gün geldi… Yapılamayan, iptal edilen, ertelenen konserler, festivallerle gecen bir yazın ardından Eylül’ün ilk hafta sonu, koyduk Creedence kasetini 73 model Impala’ya, çıktık öğlene doğru yola, Hezarfen havaalanına… Bir yandan şehirden uzaklaştıkça sıcaklaşan hava ensemizden aşağı boncuk boncuk terletirken diğer yandan festival programımızı konuşuyoruz; daha önce gördüklerimizden, daha önce sık sık gördüklerimizden, görmeyi hep istediklerimizden, görmeyi iple çektiklerimizden bahsediyoruz birbirimize. Haliyle 69’ Woodstock deneyimini yaşayabilmiş kimseler olmasak da fark ettiğimiz ve kendimize sorduğumuz bir şey var; sanki son zamanlardaki rock festivalleri  çok bir rock’n roll yoksunu mu oldu ne.. derken arka koltuktan Neil (Young) “My my hey hey” diye girince sustuk ve uzun bir highway muhabbetinin ardından arabamızı park edip alana ayağımızı bastık.




Festival tartışmalarını sürdürmek bir yana ana sahnede bizi ilk olarak konser kadrosu ve bir indie grubuna yakışacak abartısız set-up’ıyla Büyük Ev Ablukada karşıladı. Davul kick’inin üstündeki “Rakın yok” yazısını okuyunca hemen gittik birer ikişer biralarımızı aldık malum rakı bulabileceğimizi sanmayarak ve de güneşin de tam tepemizde olduğu gerçeğini göz ardı edemeyerek... Neticede her zamanki gibi bir BEA klasiğiydi konser; fakat kendilerini daha mütevazi sahnelerde görmeye alıştığımızdan Rock’n Coke’un dev ana sahnesine biraz fizik olarak küçük kaçmış gibiydiler.

İlk günün büyük çoğunluğunu ana sahnedeki konserleri izleyerek geçirdiğimizi göz önünde bulundurursak ayağımızın tozunu silkelemek ve de gölge bir yerlerde pineklemek suretiyle Editors’i dinledik. Bu sene festivaldeki yoğun Britanya çıkarmalarından biri olup memlekete ikinci kere gelen Editors, ilk gelişlerinden bu yana 2013’te yayınladıkları pek de bizi açmayan, birbirini tekrar eden şarkıların olduğu “The Weight of Your Love” albümünden bir şarkıyla açılışı yaptılar. Glastonbury'de "headliner"lıktan burada güneş altında.. nereden nereye demeden de edemedik.





Biraz kendimize geldikten ve güneşi iteledikten sonra Editors’u yarıda bırakarak festivalin ikinci büyük sahnesi olan Cola Zero sahnesinde ilk günün o zamana kadar izlediğimiz en iyi performansını, kuruluşları aslında çok da yeni olmayan (1998) fakat toplamda sadece 3 tane stüdyo, 2 tane de canlı performans albümleri olan Belçikalı grup Triggerfinger’ı izlemeye vakıf olduk. Açıkça söylemek gerekirse soundlari festivale lazım olan sert ve eski usul bir sounddu. Kanımca herhangi bir rock festivalindeki Queens Of The Stone Age açığını doldurabilecek kadar sağlamlardı. Üstüne gerek sahne performansları olsun gerekse oradaki enerjileri olsun seyirciyi coşturmayı, izleyenlere deli bir enerji bombardımanı sağlamayı da kusursuz başardılar diye düşünüyorum. Slide’lı bas gitar partisyonları, sahneyi destekleyen ana demirlere gitarın klavyesini sürütmece usulüyle gürültünün dozajını arttırma, davul setinin hi-hat’ini ısırma vs. gibi hareketleri seyirciye iyiden iyiye keyif ve hareket veren türdendi. Grubun frontman’i Ruben Block’un tüm sahne karizmasının yanı sıra Rammstein’ın Keine Lust klibinden çıkma bir hali vardı (izleyen hatırlayacaktır). Bizim oraların eski kovboy tarzına ve usulüne gönül vermiş basçıları Paul van Bruystegem  ve afili pembe takımının bir kez olsun bir düğmesini dahi açmadan tam performans çalıp üstüne bir davul solo çakıp, Lykke Li’nin ünlü şarkısını (I Follow Rivers) coverlamak suretiyle mikrofonlanmış tuzluk biberlik takımıyla sahne performansının sınırlarını zorlayan Mario Goossens’dan oluşuyordu Triggerfinger. Hafif stoner’a kaçan rock’n rollamalarıyla tanımayanlar, bilmeyenler için herhalde müthiş bir keşif olmuştur. Ayrıca Triggerfinger’ın sadece I Follow Rivers olmadığını da göstermiştir. Tabii turnelerinin, yeni albüm çalışmaları öncesindeki son konserini de Rihanna’nin ‘’Man Down’’ (nam-ı diğer Ram papapam)  şarkısını kendi tarzlarınca sert bir şekilde coverlayarak bitirmelerinin I Follow River’in yanında onları bunca yılın ardından daha da popülerleştireceklerine şüphem yok.  Genelde pop şarkılarının değişik tarzlardaki coverlarının ilginç ve nadir olarak  güzel olmasına naçizane bir örnek oluşturdular. Bir sonraki konserlerinde bir de Britney Spears’tan Toxic coverını beklemekteyiz kendilerinden.

Triggerfinger’in hemen ardından ana sahneye geri dönüş ve bu sefer akşamın ilk konseri tadında Rock’n Coke’un kontratlı elemanları çoluk çocuk yorgunluğu demeden her zamanki kalabalık dinleyicisine dinlettiriyor kendisini. Duman’ın alanda kendisine saygı duyan genel ve de yerel bir dinleyici kitlesi var. Yeni albümden içinde bulunulan bağlama uygun olarak, beklendiği üzere, “Eyvallah” ile girip bir daha yeni albümlerine dönmeden klasik şarkılarıyla coşturdular. Yerel, Türkçe rock’ın Seattle soundu ve ruhuna bulanmış bir sentezi halinde artık olgunluk mertebesinden de daha yukarılara çıkan grup ne olursa olsun “Bu Akşam” introsu girdiğinde insanların çılgınlar gibi çığlık atmalarını, bağıra çağıra şarkıyı söylemelerini ve hoplamalarla zıplamalarla coşmalarını her zamanki gibi başarılı bir şekilde sağlıyor. En “Duman baydı abi” diyeni bile bir ayak sallamıyor değil (şahit olunmuştur).

Daha tek albümlü fakat “Best of Friends” singlelarıyla NME’den yılın bir numaralı şarkısı ödülünü alan ünlü İngiliz Rough Trade labellı, 2011’de kurulan Palma Violets Zero sahnesinde kendilerinin de konser ortasında dalga geçerek bahsettiği üzere az bir izleyici kitlesine performans gösterse de İngiliz indie/garage rock sahnesinin klasik soundlarından The Kooks’u anımsatan şarkılarını çalarlarken  genç kızları en ön sıraya dizip onlarla flörtleşmeyi ihmal etmediler. Eğlenceli ve efendi bir indie rock grubunu sahnede izleme fırsatını yakaladık sayelerinde. İki sene önceki festivalde gördüğümüz The Kooks’un birkaç doz daha serti ve ayni zamanda birazcık daha “naïve”i bir grup karşımızdaydı. Onları dinlerken kendimizi şu klasik, genelde neşeli fakat hafif buruk Amerikan lise filmlerinden herhangi birinin müziklerini dinliyor gibi hissettik.

2000’lerin Depeche Mode’u olarak anılan, güçlü baslarıyla vücutları titreten, ağırbaşlı synthpop ikilisi Hurts’un izleyicisi kalabalık olmasına rağmen İngiliz ikilinin tarzlarından olsa gerek pek bir sakindi. Grupta ise izleyiciye nazaran daha aktif bir şekilde performans gösteren Theo Hutchcraft bir ara mikrofonla intihar triplerinden kendini alamadı. Ayrıca Illimunated sırasında Hutchcraft’in ricasıyla tüm telefonlar  havaya kaldırılmak suretiyle şarkıya illumine şekilde eşlik edildi. En sonunda da bütün konser boyunca beklenen ve en sevilen şarkıları olan “Stay”i sürpriz yapmayıp çalarak sahneyi Arctic Monkeys’e bıraktılar.




İngiltere’nin kendilerini artik tam anlamıyla kanıtlamış, ergenlik triplerini fazlasıyla atmış hatta ve hatta her albümlerinde kendilerini gittikçe daha da aşan Arctic Monkeys  konserden iki gün sonra yayınlanacak olan son albümlerinin (AM) turnesi için ilk defa Türkiye topraklarına Rock’n Coke 2013’de ayak bastı. Hurts’den sonra ana sahne alanında yerinden ayrılmayan insanlar sanki Hurts konserinin neden seyirci açısından pek de coşkulu geçmediğinin ipucunu veriyordu. İlk günün headlinerı ve konserin dev isimlerinden Monkeys artık her ne kadar, neredeyse bütün  şarkıları klasikleşmiş olsa da konsere 9 Eylül’de çıkan 5. Stüdyo albümleri AM’in ilk şarkısı ve albümün çıkışından önce yayınlanan üç single’dan ikincisi Do I Wanna Know? ile başladı. Her yeni albümünde bir öncekinden çok daha üst  kalitede bir sound yakalayan ve aynı, birbirini tekrar eden şarkılardan kaçınan Monkeys sahnede her zamanki gibi daha yoğunlukla eski şarkılarından da çalarak izleyicinin beğeni terazisinde mutlak dengeyi kurdu diyebiliriz. Yayınlanan single’ların dışında yeni albümün favori şarkılarından Arabella’yi da çalmayı ihmal etmediler; fakat şimdi olsa Arabella’nin yanında bir de Fireside çalmaları çok şık bir hareket olurdu. Çalınan, söylenenlerin yansıra Kyuss ve Queens Of The Stone Age’den tanıdığımız Josh Homme’a tarz ve görünüş olarak her gecen gün daha da benzeyen hatta her iki müzisyenin de aralarındaki sıkı fıkı ilişkilerinden ötürü amca-yeğen benzetmesini yapabileceğimiz Monkey’s frontmani Alex Turner ettiği iki güzel kelamla da kızların sevgisini hemen kaptı. Tabii konserde unutulmaması gereken anlardan biri de Turner’ın kıç cebinden bir anda bir dolmuş şoförü  çevikliğiyle tarağını çıkarıp yolda gidiyormuş gibi saçlarını taradıktan sonra geri cebine koymasıydı ki kendisi daha önce 2011’de Hollanda’daki Lowland Festival’da bu hareketi nispeten bayacak bir şekilde pampası Miles Kane’in  505 solosunu atarken ona karşı yapmıştı. Güzel ve eğlenceli bir konserdi vesselam fakat kendilerinin daha önce daha iyi performansla çaldıklarını görmüştük. En son “See you next time” diyerek grubun sahneden ayrılması belki bir telafinin geleceğinin göstergesidir… 

Arctic Monkeys ile ilk günün kapanışını yapıp çadır kentimizde usulca günün değerlendirmesini yaparken hala etkisi üzerimizde, eski albümlerden çalmadıkları şarkıları dinlemekten kendimizi alıkoyamadık…

2. Gün

Yağmur beklentili, bolca esintili, tozun dumana katıldığı festival alanının ikinci gün açılış konserini Kadıköy’ün medar-ı iftiharlarından  Umut Adan ile yaptık. Şairane sözleri ve kişiliğiyle 70’lerdeki Anadolu Pop ‘un günümüzde dinlenmesi gereken, ender bulunan müzisyenlerinden Umut Adan keşif sahnesinde pek ala bir performans gösterdi; fakat bizce keşfedilmesi için Rock’n Coke’a gerek kalmayan bir sanatçı kendisi. Sahnedeki duruşu yerli Miles Kane’i anımsatan, yine Kadıköy’den Standart FM label'lı Umut Adan konser boyunca gerek sözleri gerek tavır ve davranışları gerekse orta hızlı, neşeli, şarkılara mükemmel uyan soloları olsun az ve öz olan seyircisine keyifli anlar yaşatmayı başardı. Hit şarkısı “Beni Seçtiğin Bu Yerde” ile ağır rock’n roll’a bağladı; Rock’n Coke ve öncesindeki İtalya’daki psychedelic pop festivalinde “headliner”lığı çekmenin yorgunluğunu atmak üzere sahneden ayrıldı.

Umut Adan’ın ardından son yarım saatine girmekte olan 123’u Parti sahnesinde dinledik. Alana vardığımızda dikkati ilk çeken herhalde basçılarının Nicki Minaj #direniyor tişörtüydü; sonrasında da vokalistleri Dilara Sakpınar’ın hem kendisinin hem de sesinin duruluğu, güzelliğiydi. Türkiye indie sahnesinin başını çekenlerden 123, konserde bol groove’lu, enstrümanlı, seyircili ve de arada da ufak tefek noise’lu bir performans gösterdi Parti sahnesinde. Sakpınar’ın seksi ve içi kıpır kıpır eden vokalinin yanında gitarlar da sağlamdı, “Yokuz”da enfes bir soloyu izleyiciye bahşettiler. Kendilerinden gösterdikleri performans doğrultusunda neredeyse festivalin en iyi yerli gruplarındandı diye söz etmek mümkün.



Keşif sahnesinde yine bizi keşif sahnesinde olmasıyla şaşırtan hızlı, pasif-agresif gitar sololarıyla bulunduğu sahneden daha fazlasını hak eden Radio Moscow iki kişilik, garage band tarzlarıyla Retro blues ve psychedelic pop’un naçizane soundlarini tattırdılar. Konserlerinin gayet hareketli ve dinamik olmasını sıradan davul ritimlerinden daha çok sırma saçlı vokal-gitar abimizin alabildiğine uzun fakat hızlıca attığı sololara borçluyuz. Festivalin psychedelia’sini bize yaşattılar sağ olsunlar.

14. Roxy Müzik günlerinde birincilikle seslerini duyuran Ankara menşeili kendi tabirleriyle Acid Punk grubu Softa , 2013’de çıkan Peyote labelli ilk albümleri “Hunili Ayin”den parçalarını tüm öğlen sıcağı ve Şehir Sahne’sinin sera etkisi yapan çadırına rağmen gayet başarılı, gaz bir şekilde çaldılar. Konserde çaldıkları kendi parçalarının yanı sıra vokalist Ece’nin adeta bir Kim Gordon’a dönüşmesi de sahne performanslarında dikkate değerdi. Sahnede herhangi bir garage ve punk grubundan daha çok insani kendinden geçiren sıra dışı bir noise rock grubu vardı adeta. Şovlarını keşke daha çalsalardı dedirten erken bir sonla bitirerek sahneyi 2012 Miller Music Factory’nin birincisi Sapan’a bıraktılar. Her hâlükârda Rock’n Coke 2013’teki bu performansları yine tarzlarının Türkiye’de öncü gruplarından olduğunu kanıtlamış oldu Softa.

Replikas akşamüstü saatinde hava çok da sıcak değilken festivalin en güzel dinlenen gruplarındandı. Biralarımız elimizde çok da çoluk çocuğa karışmadan arkalarda yerimizi alıp yorulmadan, sıkılmadan kendilerini yine kendileri gibi ağırbaşlı şekilde dinledik.  Son EP’lerinden hiç çalmayan grup klasikleşen şarkıları “Gece Kadar Rahatsız Etmiyor” ve “Dayan“ın yanında yine beğenilen şarklarından “Bugün Varım Yarın Yokum” ile 2012’de yayınlanan 6. Stüdyo albümleri “Biz Burada Yok İken”den “Kaleden Kaleye Sahin Uçurdum” şarkılarını çalarak Anadolu rock tarzlarını çok başarılı bir şekilde sahnede gerçekleştirdiler.

Primal Scream festivalin eğlencelik akşamüstü gruplarındandı. Yaptıkları müzik pozitif enerji ve mutluluk yayarken kendilerinin "American Dream"vari tavırları da ana sahnede keyifli bir konser dinleme imkânı sağlıyordu izleyiciye.


Aksama doğru güneşi batırırken kesif sahnesinde Barselona merkezli fakat Latin Amerika orijinli, dinlerken bize Gogol Bordello’nun Latin versiyonunu andıran şen şakrak Che Sudaka konserin ilk birkaç dakikası 40-50 kişiye çalarken, gitaristleri Santana gibi şarkıya kesik, tiz ama dolu bir riffle girip oynak izleyiciyi adeta mıknatıs gibi sahneye çekerek konseri olması gerektiği gibi bol danslı, hoplamalı zıplamalı şekilde başlattı. Rock, reggae, ska karışımı soundlariyla ve de şarkılarının İspanyolca olmasından dolayı da Gogol Bordello’nun yanında Manu Chao’yu daha çok anımsatan grubun, vokaline baktığımız zaman açık gök mavisi eşofman takımlarının içerisinde sanki bir Maradona görür gibi oluyoruz. Bunun yanında grubun politik duruşu ve sözlerinin sahne performanslarına etkisi de çok büyüktü. Akordeoncunun Guantanamo tutsakları için turuncu tulumla sahneye çıkması,  çakma Maradona Abi’nin Türkçe “Kimse İllegal Değildir” diye bitirdiği politik, barışçıl bir metin okuması işin eğlence kısmına biraz da ciddiyet ve duyarlılık serpti diyebiliriz. Seyirciyi çok iyi eğlendirmeyi beceren gruptan kendilerince ska tarzında aranje ettikleri bir Englishman in New York dinledik ve ardından da bis kısmında hoplaya zıplaya “babolin”ledik.

Jamiroquai her zamanki gibi klasik bir konser verdi. En sonuncu İstanbul konserinin üzerinden kendisinden bir sonra çıkacak headliner The Prodigy kadar kendisini özletmeden bu sefer Rock’n Coke 2013 ana sahnedeydi. Festivalin yaş ortalaması, gözlemlediğimize göre, en büyük olan seyirci kalabalığına performans gösterdi artık kendisiyle klasikleşen eşofman takımıyla.

Parti çadırında gecenin en iyilerinden olan yine festivalin Brit indie çıkarmalarından Londra merkezli ve birçok müzik ödülü sahibi Klaxons bu ikinci İstanbul ziyaretlerinde gayet kalabalık olan parti çadırına keyifli bir performans çıkardı. Klaxons’u izleyenler arasında yerli gruplarımızdan epey bir müzisyen de gözlerimizden kaçmadı. En iyi şarkılarını baştan dinleyip yavaş yavaş kendimizi Prodigy’e hazırlamaya başladık.

Prodigy öncesinde Belçikalı drum and bass, elektronik müzik DJ’i  DJ Netsky’ın konser projesi Netsky Live parti çadırında kendilerini DnB dinleyip  kaybetmek isteyen bir sürü izleyiciyle doluydu. Sahnede canlı enstrümanların ve müzisyenlerin yanında DJ’imiz ne kadar geri planda kalsa da vokalistin her daim onu unutturmaması ve seyirciye gerek  “Netsky” dedirterek, onlara kalpler yollatarak gaza getirmesi klasik bir DnB konserinden daha farklı bir şekilde sahnede performanslarını icra ettiklerini gösterdi.




Festivalin son anda açıklanan ve açıklandığı andan itibaren herkesin esasen beklediği isim The Prodigy kapanışı yapmak için sahneye çıktığı andan itibaren artık son bir dans bekleyen seyirciye, onun hakkettiği performansı gerçekleştirdi mi söylemek zor. 2009’dan beri albüm yayınlamayan; fakat o zamandan beri çıkardıkları tek tük birçok single ile festival ve konserlerinde izleyiciyi şaşırtan grup klasik şarkılarının  mirasına yatarak yine de ne olursa olsun çılgın bir parti ortamı yaratmayı başardı. Daha çıkmamış olan yeni albümleri “How To Steal a Jet Fighter”ı bekleyedururken, son zamanlarda hemen hemen çıktıkları her festivalde çaldıkları ve albümde olması muhtemel “AWOL”, “Jetfighter”, “Rock Weiler” gibi şarkıları da çalmayı ihmal etmediler. Her ne kadar üstün bir performans göstermemiş olsalar da konseri 1992’de yayınladıkları “Experience” albümlerinden “Hyperspeed” ile bitirmeleri hem festivale hem de konsere çok şık bir veda oldu.

The Prodigy de bittikten sonra pılımızı pırtımızı toplayıp çadır kentimize ve de eşe dosta selam çaktıktan sonra bir sonraki festivalde tekrar görüşmek üzere sevgili Impala’mızla alanı terk ettik. Dönüşte yine Creedence kasetiyle; fakat bu sefer yorgunluğun verdiği sessizlikle eve doğru gece yolculuğumuzu gerçekleştirdik.  

PS. Tarık Mengüç özür dileriz, maalesef  her ne kadar allem edip kallem edip reklamlara çıkmış olsan da RnC 2013'de kaçırdık seni; bir dahaki konsere artık... 


PS 2. Barkın'a da ta İzmir'den gelip keyifli bir festival ve çadır arkadaşlığı yaptığı için teşekkürlerimi iletirim. 

Rusty, İstanbul/Kadıköy'den bildirdi...


Kerem Yalçıner