Bir Rock’n Coke Güncesi
Malum bir
dergide yayınlanmak üzere yazılmış;
fakat hiç yayımlanmamış bir yazı...
2010'dan sonra her iki yılda bir yapılacağı açıklanmasına rağmen bu yıl düzenlenmeyince hayal kırıklığı yaşatan yerli Glastonbury'miz, Rock'n Coke'un 2013 yılını hatırlamak isteyenlere:
Gün geldi… Yapılamayan, iptal edilen,
ertelenen konserler, festivallerle gecen bir yazın ardından Eylül’ün ilk hafta
sonu, koyduk Creedence kasetini 73 model Impala’ya, çıktık öğlene doğru yola, Hezarfen
havaalanına… Bir yandan şehirden uzaklaştıkça sıcaklaşan hava ensemizden aşağı
boncuk boncuk terletirken diğer yandan festival programımızı konuşuyoruz; daha önce
gördüklerimizden, daha önce sık sık gördüklerimizden, görmeyi hep
istediklerimizden, görmeyi iple çektiklerimizden bahsediyoruz birbirimize.
Haliyle 69’ Woodstock deneyimini yaşayabilmiş kimseler olmasak da fark
ettiğimiz ve kendimize sorduğumuz bir şey var; sanki son zamanlardaki rock
festivalleri çok bir rock’n roll yoksunu
mu oldu ne.. derken arka koltuktan Neil (Young) “My my hey hey” diye girince
sustuk ve uzun bir highway muhabbetinin ardından arabamızı park edip alana ayağımızı
bastık.
Festival tartışmalarını sürdürmek bir yana
ana sahnede bizi ilk olarak konser kadrosu ve bir indie grubuna yakışacak abartısız
set-up’ıyla Büyük Ev Ablukada karşıladı. Davul kick’inin üstündeki “Rakın yok” yazısını okuyunca hemen
gittik birer ikişer biralarımızı aldık malum rakı bulabileceğimizi sanmayarak
ve de güneşin de tam tepemizde olduğu gerçeğini göz ardı edemeyerek... Neticede her
zamanki gibi bir BEA klasiğiydi konser; fakat kendilerini daha mütevazi
sahnelerde görmeye alıştığımızdan Rock’n Coke’un dev ana sahnesine biraz fizik
olarak küçük kaçmış gibiydiler.
İlk günün büyük çoğunluğunu ana sahnedeki
konserleri izleyerek geçirdiğimizi göz önünde bulundurursak ayağımızın tozunu
silkelemek ve de gölge bir yerlerde pineklemek suretiyle Editors’i dinledik. Bu sene festivaldeki yoğun Britanya çıkarmalarından
biri olup memlekete ikinci kere gelen Editors, ilk gelişlerinden bu yana 2013’te
yayınladıkları pek de bizi açmayan, birbirini tekrar eden şarkıların olduğu
“The Weight of Your Love” albümünden bir şarkıyla açılışı yaptılar.
Glastonbury'de "headliner"lıktan burada güneş altında.. nereden nereye demeden
de edemedik.
Biraz kendimize geldikten ve güneşi
iteledikten sonra Editors’u yarıda bırakarak festivalin ikinci büyük sahnesi
olan Cola Zero sahnesinde ilk günün o zamana kadar izlediğimiz en iyi performansını,
kuruluşları aslında çok da yeni olmayan (1998) fakat toplamda sadece 3 tane stüdyo,
2 tane de canlı performans albümleri olan Belçikalı grup Triggerfinger’ı izlemeye vakıf olduk. Açıkça söylemek gerekirse
soundlari festivale lazım olan sert ve eski usul bir sounddu. Kanımca herhangi
bir rock festivalindeki Queens Of The Stone Age açığını doldurabilecek kadar sağlamlardı.
Üstüne gerek sahne performansları olsun gerekse oradaki enerjileri olsun
seyirciyi coşturmayı, izleyenlere deli bir enerji bombardımanı sağlamayı da
kusursuz başardılar diye düşünüyorum. Slide’lı bas gitar partisyonları, sahneyi
destekleyen ana demirlere gitarın klavyesini sürütmece usulüyle gürültünün dozajını
arttırma, davul setinin hi-hat’ini ısırma vs. gibi hareketleri seyirciye iyiden
iyiye keyif ve hareket veren türdendi. Grubun frontman’i Ruben Block’un tüm
sahne karizmasının yanı sıra Rammstein’ın Keine Lust klibinden çıkma bir hali vardı (izleyen hatırlayacaktır). Bizim oraların eski kovboy tarzına ve usulüne gönül
vermiş basçıları Paul van Bruystegem ve afili
pembe takımının bir kez olsun bir düğmesini dahi açmadan tam performans çalıp üstüne
bir davul solo çakıp, Lykke Li’nin ünlü şarkısını (I Follow Rivers) coverlamak
suretiyle mikrofonlanmış tuzluk biberlik takımıyla sahne performansının sınırlarını
zorlayan Mario Goossens’dan oluşuyordu Triggerfinger. Hafif stoner’a kaçan rock’n
rollamalarıyla tanımayanlar, bilmeyenler için herhalde müthiş bir keşif olmuştur.
Ayrıca Triggerfinger’ın sadece I Follow Rivers olmadığını da göstermiştir.
Tabii turnelerinin, yeni albüm çalışmaları öncesindeki son konserini de Rihanna’nin
‘’Man Down’’ (nam-ı diğer Ram
papapam) şarkısını kendi tarzlarınca sert bir şekilde
coverlayarak bitirmelerinin I Follow River’in yanında onları bunca yılın ardından
daha da popülerleştireceklerine şüphem yok.
Genelde pop şarkılarının değişik tarzlardaki coverlarının ilginç ve
nadir olarak güzel olmasına naçizane bir
örnek oluşturdular. Bir sonraki konserlerinde bir de Britney Spears’tan Toxic
coverını beklemekteyiz kendilerinden.
Triggerfinger’in hemen ardından ana
sahneye geri dönüş ve bu sefer akşamın ilk konseri tadında Rock’n Coke’un kontratlı
elemanları çoluk çocuk yorgunluğu demeden her zamanki kalabalık dinleyicisine dinlettiriyor
kendisini. Duman’ın alanda kendisine
saygı duyan genel ve de yerel bir dinleyici kitlesi var. Yeni albümden içinde
bulunulan bağlama uygun olarak, beklendiği üzere, “Eyvallah” ile girip bir daha
yeni albümlerine dönmeden klasik şarkılarıyla coşturdular. Yerel, Türkçe
rock’ın Seattle soundu ve ruhuna bulanmış bir sentezi halinde artık olgunluk
mertebesinden de daha yukarılara çıkan grup ne olursa olsun “Bu Akşam” introsu girdiğinde
insanların çılgınlar gibi çığlık atmalarını, bağıra çağıra şarkıyı söylemelerini
ve hoplamalarla zıplamalarla coşmalarını her zamanki gibi başarılı bir şekilde sağlıyor.
En “Duman baydı abi” diyeni bile bir ayak sallamıyor değil (şahit olunmuştur).
Daha tek albümlü fakat “Best of Friends”
singlelarıyla NME’den yılın bir numaralı şarkısı ödülünü alan ünlü İngiliz
Rough Trade labellı, 2011’de kurulan Palma
Violets Zero sahnesinde kendilerinin de konser ortasında dalga geçerek bahsettiği
üzere az bir izleyici kitlesine performans gösterse de İngiliz indie/garage rock
sahnesinin klasik soundlarından The Kooks’u anımsatan şarkılarını çalarlarken genç kızları en ön sıraya dizip onlarla flörtleşmeyi
ihmal etmediler. Eğlenceli ve efendi bir indie rock grubunu sahnede izleme fırsatını
yakaladık sayelerinde. İki sene önceki festivalde gördüğümüz The Kooks’un birkaç
doz daha serti ve ayni zamanda birazcık daha “naïve”i bir grup karşımızdaydı. Onları
dinlerken kendimizi şu klasik, genelde neşeli fakat hafif buruk Amerikan lise
filmlerinden herhangi birinin müziklerini dinliyor gibi hissettik.
2000’lerin Depeche Mode’u olarak anılan, güçlü
baslarıyla vücutları titreten, ağırbaşlı synthpop ikilisi Hurts’un izleyicisi kalabalık olmasına rağmen İngiliz ikilinin tarzlarından
olsa gerek pek bir sakindi. Grupta ise izleyiciye nazaran daha aktif bir şekilde
performans gösteren Theo Hutchcraft bir ara mikrofonla intihar triplerinden
kendini alamadı. Ayrıca Illimunated sırasında Hutchcraft’in ricasıyla tüm telefonlar havaya kaldırılmak suretiyle şarkıya illumine
şekilde eşlik edildi. En sonunda da bütün konser boyunca
beklenen ve en sevilen şarkıları olan “Stay”i sürpriz yapmayıp çalarak sahneyi
Arctic Monkeys’e bıraktılar.
İngiltere’nin kendilerini artik tam anlamıyla
kanıtlamış, ergenlik triplerini fazlasıyla atmış hatta ve hatta her albümlerinde
kendilerini gittikçe daha da aşan Arctic
Monkeys konserden iki gün sonra yayınlanacak
olan son albümlerinin (AM) turnesi için ilk defa Türkiye topraklarına Rock’n Coke
2013’de ayak bastı. Hurts’den sonra ana sahne alanında yerinden ayrılmayan
insanlar sanki Hurts konserinin neden seyirci açısından pek de coşkulu geçmediğinin
ipucunu veriyordu. İlk günün headlinerı ve konserin dev isimlerinden Monkeys artık
her ne kadar, neredeyse bütün şarkıları klasikleşmiş
olsa da konsere 9 Eylül’de çıkan 5. Stüdyo albümleri AM’in ilk şarkısı ve albümün
çıkışından önce yayınlanan üç single’dan ikincisi Do I Wanna Know? ile başladı.
Her yeni albümünde bir öncekinden çok daha üst
kalitede bir sound yakalayan ve aynı, birbirini tekrar eden şarkılardan kaçınan
Monkeys sahnede her zamanki gibi daha yoğunlukla eski şarkılarından da çalarak
izleyicinin beğeni terazisinde mutlak dengeyi kurdu diyebiliriz. Yayınlanan
single’ların dışında yeni albümün favori şarkılarından Arabella’yi da çalmayı ihmal
etmediler; fakat şimdi olsa Arabella’nin yanında bir de Fireside çalmaları çok
şık bir hareket olurdu. Çalınan, söylenenlerin yansıra Kyuss ve Queens Of The Stone
Age’den tanıdığımız Josh Homme’a tarz ve görünüş olarak her gecen gün daha da
benzeyen hatta her iki müzisyenin de aralarındaki sıkı fıkı ilişkilerinden
ötürü amca-yeğen benzetmesini yapabileceğimiz Monkey’s frontmani Alex Turner ettiği
iki güzel kelamla da kızların sevgisini hemen kaptı. Tabii konserde unutulmaması
gereken anlardan biri de Turner’ın kıç cebinden bir anda bir dolmuş şoförü çevikliğiyle tarağını çıkarıp yolda gidiyormuş
gibi saçlarını taradıktan sonra geri cebine koymasıydı ki kendisi daha önce
2011’de Hollanda’daki Lowland Festival’da bu hareketi nispeten bayacak bir şekilde
pampası Miles Kane’in 505 solosunu
atarken ona karşı yapmıştı. Güzel ve eğlenceli bir konserdi vesselam fakat
kendilerinin daha önce daha iyi performansla çaldıklarını görmüştük. En son
“See you next time” diyerek grubun sahneden ayrılması belki bir telafinin geleceğinin
göstergesidir…
Arctic Monkeys ile ilk günün kapanışını yapıp
çadır kentimizde usulca günün değerlendirmesini yaparken hala etkisi üzerimizde,
eski albümlerden çalmadıkları şarkıları dinlemekten kendimizi alıkoyamadık…
2. Gün
Yağmur beklentili, bolca esintili, tozun
dumana katıldığı festival alanının ikinci gün açılış konserini Kadıköy’ün
medar-ı iftiharlarından Umut Adan ile yaptık. Şairane sözleri
ve kişiliğiyle 70’lerdeki Anadolu Pop ‘un günümüzde dinlenmesi gereken, ender
bulunan müzisyenlerinden Umut Adan keşif sahnesinde pek ala bir performans gösterdi;
fakat bizce keşfedilmesi için Rock’n Coke’a gerek kalmayan bir sanatçı kendisi.
Sahnedeki duruşu yerli Miles Kane’i anımsatan, yine Kadıköy’den Standart FM label'lı
Umut Adan konser boyunca gerek sözleri gerek tavır ve davranışları gerekse orta
hızlı, neşeli, şarkılara mükemmel uyan soloları olsun az ve öz olan seyircisine
keyifli anlar yaşatmayı başardı. Hit şarkısı “Beni Seçtiğin Bu Yerde” ile ağır
rock’n roll’a bağladı; Rock’n Coke ve öncesindeki İtalya’daki psychedelic pop
festivalinde “headliner”lığı çekmenin yorgunluğunu atmak üzere sahneden ayrıldı.
Umut Adan’ın ardından son yarım saatine
girmekte olan 123’u Parti sahnesinde
dinledik. Alana vardığımızda dikkati ilk çeken herhalde basçılarının Nicki
Minaj #direniyor tişörtüydü; sonrasında da vokalistleri Dilara Sakpınar’ın hem
kendisinin hem de sesinin duruluğu, güzelliğiydi. Türkiye indie sahnesinin başını
çekenlerden 123, konserde bol groove’lu, enstrümanlı, seyircili ve de arada da
ufak tefek noise’lu bir performans gösterdi Parti sahnesinde. Sakpınar’ın seksi
ve içi kıpır kıpır eden vokalinin yanında gitarlar da sağlamdı,
“Yokuz”da enfes bir soloyu izleyiciye bahşettiler. Kendilerinden gösterdikleri performans doğrultusunda neredeyse
festivalin en iyi yerli gruplarındandı diye söz etmek mümkün.
Keşif sahnesinde yine bizi keşif
sahnesinde olmasıyla şaşırtan hızlı, pasif-agresif gitar sololarıyla bulunduğu
sahneden daha fazlasını hak eden Radio
Moscow iki kişilik, garage band tarzlarıyla Retro blues ve psychedelic
pop’un naçizane soundlarini tattırdılar. Konserlerinin gayet hareketli ve
dinamik olmasını sıradan davul ritimlerinden daha çok sırma saçlı vokal-gitar
abimizin alabildiğine uzun fakat hızlıca attığı sololara borçluyuz. Festivalin
psychedelia’sini bize yaşattılar sağ olsunlar.
14. Roxy Müzik günlerinde birincilikle
seslerini duyuran Ankara menşeili kendi tabirleriyle Acid Punk grubu Softa , 2013’de çıkan Peyote labelli
ilk albümleri “Hunili Ayin”den parçalarını tüm öğlen sıcağı ve Şehir
Sahne’sinin sera etkisi yapan çadırına rağmen gayet başarılı, gaz bir şekilde çaldılar.
Konserde çaldıkları kendi parçalarının yanı sıra vokalist Ece’nin adeta bir Kim
Gordon’a dönüşmesi de sahne performanslarında dikkate değerdi. Sahnede herhangi
bir garage ve punk grubundan daha çok insani kendinden geçiren sıra dışı bir
noise rock grubu vardı adeta. Şovlarını keşke daha çalsalardı dedirten erken
bir sonla bitirerek sahneyi 2012 Miller Music Factory’nin birincisi Sapan’a bıraktılar.
Her hâlükârda Rock’n Coke 2013’teki bu performansları yine tarzlarının Türkiye’de
öncü gruplarından olduğunu kanıtlamış oldu Softa.
Replikas akşamüstü
saatinde hava çok da sıcak değilken festivalin en güzel dinlenen gruplarındandı.
Biralarımız elimizde çok da çoluk çocuğa karışmadan arkalarda yerimizi alıp
yorulmadan, sıkılmadan kendilerini yine kendileri gibi ağırbaşlı şekilde dinledik. Son EP’lerinden hiç çalmayan grup klasikleşen
şarkıları “Gece Kadar Rahatsız Etmiyor” ve “Dayan“ın yanında yine beğenilen şarklarından
“Bugün Varım Yarın Yokum” ile 2012’de yayınlanan 6. Stüdyo albümleri “Biz
Burada Yok İken”den “Kaleden Kaleye Sahin Uçurdum” şarkılarını çalarak Anadolu
rock tarzlarını çok başarılı bir şekilde sahnede gerçekleştirdiler.
Primal Scream festivalin
eğlencelik akşamüstü gruplarındandı. Yaptıkları müzik pozitif enerji ve
mutluluk yayarken kendilerinin "American Dream"vari tavırları da ana sahnede
keyifli bir konser dinleme imkânı sağlıyordu izleyiciye.
Aksama doğru güneşi batırırken kesif
sahnesinde Barselona merkezli fakat Latin Amerika orijinli, dinlerken bize
Gogol Bordello’nun Latin versiyonunu andıran şen şakrak Che Sudaka konserin ilk birkaç dakikası 40-50 kişiye çalarken,
gitaristleri Santana gibi şarkıya kesik, tiz ama dolu bir riffle girip oynak
izleyiciyi adeta mıknatıs gibi sahneye çekerek konseri olması gerektiği gibi
bol danslı, hoplamalı zıplamalı şekilde başlattı. Rock, reggae, ska karışımı
soundlariyla ve de şarkılarının İspanyolca olmasından dolayı da Gogol
Bordello’nun yanında Manu Chao’yu daha çok anımsatan grubun, vokaline baktığımız
zaman açık gök mavisi eşofman takımlarının
içerisinde sanki bir Maradona görür gibi oluyoruz. Bunun yanında grubun politik duruşu ve sözlerinin sahne performanslarına
etkisi de çok büyüktü. Akordeoncunun Guantanamo tutsakları için turuncu tulumla
sahneye çıkması, çakma Maradona Abi’nin Türkçe
“Kimse İllegal Değildir” diye bitirdiği politik, barışçıl bir metin okuması işin
eğlence kısmına biraz da ciddiyet ve duyarlılık serpti diyebiliriz. Seyirciyi çok
iyi eğlendirmeyi beceren gruptan kendilerince ska tarzında aranje ettikleri bir
Englishman in New York dinledik ve ardından da bis kısmında hoplaya zıplaya
“babolin”ledik.
Jamiroquai her
zamanki gibi klasik bir konser verdi. En sonuncu İstanbul konserinin üzerinden
kendisinden bir sonra çıkacak headliner The Prodigy kadar kendisini özletmeden
bu sefer Rock’n Coke 2013 ana sahnedeydi. Festivalin yaş ortalaması, gözlemlediğimize
göre, en büyük olan seyirci kalabalığına performans gösterdi artık kendisiyle klasikleşen
eşofman takımıyla.
Parti çadırında gecenin en iyilerinden
olan yine festivalin Brit indie çıkarmalarından Londra merkezli ve birçok müzik
ödülü sahibi Klaxons bu ikinci İstanbul
ziyaretlerinde gayet kalabalık olan parti çadırına keyifli bir performans çıkardı.
Klaxons’u izleyenler arasında yerli gruplarımızdan epey bir müzisyen de gözlerimizden
kaçmadı. En iyi şarkılarını baştan dinleyip yavaş yavaş kendimizi Prodigy’e hazırlamaya
başladık.
Prodigy öncesinde Belçikalı drum and bass,
elektronik müzik DJ’i DJ Netsky’ın
konser projesi Netsky Live parti çadırında
kendilerini DnB dinleyip kaybetmek
isteyen bir sürü izleyiciyle doluydu. Sahnede canlı enstrümanların ve müzisyenlerin
yanında DJ’imiz ne kadar geri planda kalsa da vokalistin her daim onu unutturmaması
ve seyirciye gerek “Netsky” dedirterek,
onlara kalpler yollatarak gaza getirmesi klasik bir DnB konserinden daha farklı
bir şekilde sahnede performanslarını icra ettiklerini gösterdi.
Festivalin son anda açıklanan ve açıklandığı
andan itibaren herkesin esasen beklediği isim The Prodigy kapanışı yapmak için sahneye çıktığı andan itibaren artık
son bir dans bekleyen seyirciye, onun hakkettiği performansı gerçekleştirdi mi söylemek
zor. 2009’dan beri albüm yayınlamayan; fakat o zamandan beri çıkardıkları tek
tük birçok single ile festival ve konserlerinde izleyiciyi şaşırtan grup klasik
şarkılarının mirasına yatarak yine de ne
olursa olsun çılgın bir parti ortamı yaratmayı başardı. Daha çıkmamış olan yeni
albümleri “How To Steal a Jet Fighter”ı bekleyedururken, son zamanlarda hemen
hemen çıktıkları her festivalde çaldıkları ve albümde olması muhtemel “AWOL”,
“Jetfighter”, “Rock Weiler” gibi şarkıları da çalmayı ihmal etmediler. Her ne
kadar üstün bir performans göstermemiş olsalar da konseri 1992’de yayınladıkları
“Experience” albümlerinden “Hyperspeed” ile bitirmeleri hem festivale hem de
konsere çok şık bir veda oldu.
The Prodigy de bittikten sonra pılımızı
pırtımızı toplayıp çadır kentimize ve de eşe dosta selam çaktıktan sonra bir
sonraki festivalde tekrar görüşmek üzere sevgili Impala’mızla alanı terk ettik.
Dönüşte yine Creedence kasetiyle; fakat bu sefer yorgunluğun verdiği
sessizlikle eve doğru gece yolculuğumuzu gerçekleştirdik.
PS. Tarık Mengüç özür dileriz, maalesef her ne kadar allem edip kallem edip reklamlara çıkmış olsan da RnC 2013'de kaçırdık seni; bir dahaki konsere artık...
PS 2. Barkın'a da ta İzmir'den gelip keyifli bir festival ve çadır arkadaşlığı yaptığı için teşekkürlerimi iletirim.
Rusty, İstanbul/Kadıköy'den bildirdi...
Kerem Yalçıner