Hüzünlü Hollywood Hikayeleri
Lana del Rey- "Ultraviolence"
8/10
New York
doğumlu Elizabeth “Lizzy” Grant, her ne kadar ilk albümünü 2010 yılında “Lana
del Ray a.k.a Lizzy Grant” adı altında yayınlasa da birçok kişi ikinci albümü
“Born to Die”ın sanatçının ilk albümü olduğunu düşünüyor. Aslında “Kill Kill”
ve “Yayo” gibi parçalara sahip hiç de fena olmayan ilk albümün değerinin
bilinmemesi çok doğal: Lizzy Grant, yeni adı olan Lana del Rey’e geçerken
sadece ismini ve plak şirketini değil, (estetik operasyonla birlikte) imajıyla
görünüşünü de oldukça değiştirdi. Dünyaca ünlü plak şirketi Interscope’un mu
yoksa tamamen başka birinin mi bu değişimin arkasında olduğu ise bilinmiyor.
Hatta SNL'deki detone performansı sonrası kimilerince bir “proje”
olarak nitelendirilen, sahte bir güzellikle ve kişilikle yaratılmış olarak
görülen Lana del Rey’in gerçekten de kendi şarkılarını yazıp söyleyebilmesinin
gerçekliği (ya da bilgisayarla müdahale edildiği) oldukça tartışma konusu
olmuştu. Buna karşılık ön yargılar bir kenara bırakılıp sadece yaptığı müzik
dinlenilirse denilebilir ki “Born to Die” ve sonrasında gelen “Paradise EP”den
birçok başarılı parça gerçekten de sanatçının kariyeri için önemli eserler
oldu, bu albümlerden: Plak şirketiyle anlaştıran şarkı “Video Games”, klibiyle
hafızalara kazınan ve Del Rey’i uluslararası üne kavuşturan “Born to Die”ın
yanında “Blue Jeans”, “Dark Paradise”,“National Anthem”, “Ride” ve tabii “CedricGervais Remix”i geçen yazın en büyük club hitlerinden olan “Summertime Sadness”
gibi birçok hit parça çıktı. Aynı zamanda, Lana del Rey, geçen yılın
filmlerinden “The Great Gatsby”de ve albümünde yer alan “Young & Beautiful”
ile de başarısını ertesi yıl da devam ettirdi.
Bu yılın
haziran ayında üçüncü stüdyo albümü “Ultraviolence”ı yayınlayan sanatçının,
önceki albümün başarısının sonrasında gelen popülarite sonrası müziğinin de modern
akıma daha çok evrileceği ve bununla beraber daha da elektronik bir hal alacağı
tahmin ediliyordu. Lana ise bütün eleştirilere karşılık, cesurca bir hareketle
beklentilerin tam tersi bir yolda ilerlemeyi tercih etti: Albümün prodüktörlüğü
için The Black Keys’in vokali/gitaristi Dan Auerbach ile anlaşan Lana del Rey,
yine bu albüm için kendi yazdığı şarkıları, önceki albümden farklı olarak bir
rock müzisyeni olan Auerbach ve gitarı eşliğinde düzenledi. Ayrıca
“Ultraviolence”, bu yüzden sanatçının önceki işlerine göre özellikle vokalden
sonra gitarın başrolde olduğu daha enstrümantal bir albüm, zaten parçalardaki
müzik altyapılarının bu denli zenginleşmesi de ilk albümlere nazaran çok daha
olgun parçalar meydana getirmiş. Ortaya çıkan sonuç ise belli: Önceki albüme
kıyasla müzikte çoğunlukla bir tarz değişimi söz konusu. Bu albüm, ikinci
albümün baroque-indie pop’undan farklı bir noktada ağırlıklı olarak dream-pop,
hatta alternatif rock özellikli taşıyan bir eser olmuş. Bu tarza yakın olan Cat Power, Melody’s Echo Chamber ve Beach House gibi kadın vokalli sanatçılar albümü
dinleyince hemen akla gelen isimler oluyor. Del Rey’in gözlerindeki hüzün ise,
ilk iki albüm sonrası bu albümde de müziğinde devam ediyor ancak bu sefer
özellikle şarkı sözleri çok daha karamsar. Ayrıca her zamanki o
sinematikliğinden de bir şeyler kaybetmemiş tabii. Yine 60’ları konu alan
filmleri aratmayacak müzik videoları var bu albümde de. Bu nedenlerle kendisine
“Born to Die” döneminde yakıştırılan “Hollywood Sadcore” tarzı kısmen hala
sürmekte tabii.(Cat Power da “Queen of Sadcore” olarak anılmaktaydı o nedenle
de burada da yine onunla bir müzikal yakınlığı var denilebilir.)
Albümün dikkat
çekenlerine gelecek olursak, öncelikle çıkış parçası olan “West Coast”,
sözleriyle olsun, nakaratının akıcılığıyla olsun tam anlamıyla insanın hiç
sıkılmadan defalarca dinleyebileceği bir şarkı olmuş. Ayrıca aranjmanı üzerinde
de oldukça zaman harcandığı çok belli. “Shades of Cool” da ikinci single olarak
piyasaya sürüldü ve özellikle parçanın atmosferi ile buna paralel müzik
videosuyla gerçekten ön plana çıkıyor. Aynı zamanda hem bu parça hem de albüm
geneli için söylemek gerekirse Lana del Rey’in, önceki işlerdekine göre sesinin
sınırlarını daha da zorlayıp cesurca kullandığı açıkça hissedilebilir. Bunların
yanında albüme adını veren “Ultraviolence” parçası da kesinlikle dikkat çeken
bir başka şarkı olmuş. Bu yaz sahne aldığı ünlü Glastonbury Festivali’nde de
Del Rey, bu parçayı etkileyici şekilde icra etmişti. Ayrıca albümün ve söz
konusu konserin açılışını yapan “Cruel World”, basit ama güzel yapısıyla
albümün belki de en özel şarkısı “Pretty When You Cry”, çıkış parçasına
göndermelerde bulunan, Lou Reed etkili “Brooklyn Baby”, eski günlüklerin hiç
çekinmeden paylaşıldığı “Fucked My Way Up to the Top” ve geçmişten fırladığı
belli, bir Jessie Mae Robinson coverı olan albümün kapanışı “The Other Women”,
öne çıkan parçalar olmuş.
"Born to Die" ve "Ultraviolence" Arasındaki İmaj Farklılığı |
“Ultraviolence”ın,
görkemli “Born to Die” günlerinden bir farkı da sanatçıda minimum ölçüde makyaj
ve renklilik barındırması. Onun bu kendine göre sade görüntüsüyle anlaşılıyor
ki sanatçı, imaj olarak eskiden attığı adımların izinden gitmemeye kararlı
görünüyor. Aynı zamanda da her zamanki kişisel yapıdaki şarkı sözlerinin de bu
albümde daha da derinlere indiği görülüyor. Bu yüzden artık neler yaşıyor ya da
hangi ruh hali içinde bilinmez ama Del Rey’in elindeki “Die Young” yazılı
dövmeyi ileride bizlere hatırlatacak girişimlerde bulunmaması ve yaşadığı hüznü
en azından ileride tekrardan bizlerle paylaşıp parçalarıyla yeniden kaybolmamızı
sağlaması dileğiyle.