25 Ağustos 2014

Lana del Rey- "Ultraviolence"






Hüzünlü Hollywood Hikayeleri

Lana del Rey- "Ultraviolence"


8/10




     
      Lana del Rey, son yılların en çok konuşulan müzik sanatçılarından biri şüphesiz. 2011 yılının sonlarından 2012 yazına kadar art arda çıkardığı single’lar ile de birden bütün müzik piyasasının zirvesine yerleşen isimlerden oldu. Şarkılarına yapılan remixlerin dışında da günümüz popunun gereği olarak “bangır bangır” bir müzik de yapmamasına, “kendine özgü gangster bir Nancy Sinatra” olarak kendini nitelediği üzere genelde hüzünlü ve ağır parçalar söylemesine rağmen bu başarıyı elde etmesi ise gerçekten dikkat çekiciydi. Kendisini üne kavuşturan albümü “Born to Die”ın ticari başarısı bir yana, onu bu kadar piyasanın gündeminde tutan özelliği ise 60’lar kokan retro imajı ve duruşunun “pop” camiasına getirdiği farklılıktı. Tıpkı, Del Rey gibi en kalın kadın sesi kontraltoya sahip Amy Winehouse ve Adele gibi sanatçıların yaptığı gibi. Bunu yanında, listeleri alt üst eden 17 yaşındaki Lorde’nin de şu anki konumu da aslında bu “farklılığı” sayesinde oluştu: Günümüz kültüründen ayrı bir şekilde yaptıkları müzik, pop müziğine alternatif bir yol, yeni bir seçenek sundu. Popüler müzik severler de doğal olarak birbirine tıpatıp benzeyen müziklerden sıkılıp kopmaya başlayarak bu tarz sanatçılara yöneldi. Hem popüler hem de alternatif olabilen bu müzik tarzı, aslında günümüzdeki indie-pop tabirinin de içinde yer alıyor.




            New York doğumlu Elizabeth “Lizzy” Grant, her ne kadar ilk albümünü 2010 yılında “Lana del Ray a.k.a Lizzy Grant” adı altında yayınlasa da birçok kişi ikinci albümü “Born to Die”ın sanatçının ilk albümü olduğunu düşünüyor. Aslında “Kill Kill” ve “Yayo” gibi parçalara sahip hiç de fena olmayan ilk albümün değerinin bilinmemesi çok doğal: Lizzy Grant, yeni adı olan Lana del Rey’e geçerken sadece ismini ve plak şirketini değil, (estetik operasyonla birlikte) imajıyla görünüşünü de oldukça değiştirdi. Dünyaca ünlü plak şirketi Interscope’un mu yoksa tamamen başka birinin mi bu değişimin arkasında olduğu ise bilinmiyor. Hatta SNL'deki detone performansı sonrası kimilerince bir “proje” olarak nitelendirilen, sahte bir güzellikle ve kişilikle yaratılmış olarak görülen Lana del Rey’in gerçekten de kendi şarkılarını yazıp söyleyebilmesinin gerçekliği (ya da bilgisayarla müdahale edildiği) oldukça tartışma konusu olmuştu. Buna karşılık ön yargılar bir kenara bırakılıp sadece yaptığı müzik dinlenilirse denilebilir ki “Born to Die” ve sonrasında gelen “Paradise EP”den birçok başarılı parça gerçekten de sanatçının kariyeri için önemli eserler oldu, bu albümlerden: Plak şirketiyle anlaştıran şarkı “Video Games”, klibiyle hafızalara kazınan ve Del Rey’i uluslararası üne kavuşturan “Born to Die”ın yanında “Blue Jeans”, “Dark Paradise”,“National Anthem”, “Ride” ve tabii “CedricGervais Remix”i geçen yazın en büyük club hitlerinden olan “Summertime Sadness” gibi birçok hit parça çıktı. Aynı zamanda, Lana del Rey, geçen yılın filmlerinden “The Great Gatsby”de ve albümünde yer alan “Young & Beautiful” ile de başarısını ertesi yıl da devam ettirdi.



            Bu yılın haziran ayında üçüncü stüdyo albümü “Ultraviolence”ı yayınlayan sanatçının, önceki albümün başarısının sonrasında gelen popülarite sonrası müziğinin de modern akıma daha çok evrileceği ve bununla beraber daha da elektronik bir hal alacağı tahmin ediliyordu. Lana ise bütün eleştirilere karşılık, cesurca bir hareketle beklentilerin tam tersi bir yolda ilerlemeyi tercih etti: Albümün prodüktörlüğü için The Black Keys’in vokali/gitaristi Dan Auerbach ile anlaşan Lana del Rey, yine bu albüm için kendi yazdığı şarkıları, önceki albümden farklı olarak bir rock müzisyeni olan Auerbach ve gitarı eşliğinde düzenledi. Ayrıca “Ultraviolence”, bu yüzden sanatçının önceki işlerine göre özellikle vokalden sonra gitarın başrolde olduğu daha enstrümantal bir albüm, zaten parçalardaki müzik altyapılarının bu denli zenginleşmesi de ilk albümlere nazaran çok daha olgun parçalar meydana getirmiş. Ortaya çıkan sonuç ise belli: Önceki albüme kıyasla müzikte çoğunlukla bir tarz değişimi söz konusu. Bu albüm, ikinci albümün baroque-indie pop’undan farklı bir noktada ağırlıklı olarak dream-pop, hatta alternatif rock özellikli taşıyan bir eser olmuş. Bu tarza yakın olan Cat Power, Melody’s Echo Chamber ve Beach House gibi kadın vokalli sanatçılar albümü dinleyince hemen akla gelen isimler oluyor. Del Rey’in gözlerindeki hüzün ise, ilk iki albüm sonrası bu albümde de müziğinde devam ediyor ancak bu sefer özellikle şarkı sözleri çok daha karamsar. Ayrıca her zamanki o sinematikliğinden de bir şeyler kaybetmemiş tabii. Yine 60’ları konu alan filmleri aratmayacak müzik videoları var bu albümde de. Bu nedenlerle kendisine “Born to Die” döneminde yakıştırılan “Hollywood Sadcore” tarzı kısmen hala sürmekte tabii.(Cat Power da “Queen of Sadcore” olarak anılmaktaydı o nedenle de burada da yine onunla bir müzikal yakınlığı var denilebilir.)




            Albümün dikkat çekenlerine gelecek olursak, öncelikle çıkış parçası olan “West Coast”, sözleriyle olsun, nakaratının akıcılığıyla olsun tam anlamıyla insanın hiç sıkılmadan defalarca dinleyebileceği bir şarkı olmuş. Ayrıca aranjmanı üzerinde de oldukça zaman harcandığı çok belli. “Shades of Cool” da ikinci single olarak piyasaya sürüldü ve özellikle parçanın atmosferi ile buna paralel müzik videosuyla gerçekten ön plana çıkıyor. Aynı zamanda hem bu parça hem de albüm geneli için söylemek gerekirse Lana del Rey’in, önceki işlerdekine göre sesinin sınırlarını daha da zorlayıp cesurca kullandığı açıkça hissedilebilir. Bunların yanında albüme adını veren “Ultraviolence” parçası da kesinlikle dikkat çeken bir başka şarkı olmuş. Bu yaz sahne aldığı ünlü Glastonbury Festivali’nde de Del Rey, bu parçayı etkileyici şekilde icra etmişti. Ayrıca albümün ve söz konusu konserin açılışını yapan “Cruel World”, basit ama güzel yapısıyla albümün belki de en özel şarkısı “Pretty When You Cry”, çıkış parçasına göndermelerde bulunan, Lou Reed etkili “Brooklyn Baby”, eski günlüklerin hiç çekinmeden paylaşıldığı “Fucked My Way Up to the Top” ve geçmişten fırladığı belli, bir Jessie Mae Robinson coverı olan albümün kapanışı “The Other Women”, öne çıkan parçalar olmuş.



"Born to Die" ve "Ultraviolence" Arasındaki İmaj Farklılığı




            “Ultraviolence”ın, görkemli “Born to Die” günlerinden bir farkı da sanatçıda minimum ölçüde makyaj ve renklilik barındırması. Onun bu kendine göre sade görüntüsüyle anlaşılıyor ki sanatçı, imaj olarak eskiden attığı adımların izinden gitmemeye kararlı görünüyor. Aynı zamanda da her zamanki kişisel yapıdaki şarkı sözlerinin de bu albümde daha da derinlere indiği görülüyor. Bu yüzden artık neler yaşıyor ya da hangi ruh hali içinde bilinmez ama Del Rey’in elindeki “Die Young” yazılı dövmeyi ileride bizlere hatırlatacak girişimlerde bulunmaması ve yaşadığı hüznü en azından ileride tekrardan bizlerle paylaşıp parçalarıyla yeniden kaybolmamızı sağlaması dileğiyle.









14 Ağustos 2014

Jack White- "Lazaretto"





Mavi Adam & Dünyanın En Hızlı Kaydı

Jack White- "Lazaretto"



6,5/10




   
        40’ına merdiven dayamış biri olsa da Jack White, müzik sektörü için hiç de yaşlı değil, tabii ki hala yapacak çok işi var Leonard Cohen 80 oldu hala sahnede; yine de White’ı daha şimdiden bir müzik efsanesi olarak ilan etmek pek yanlış olmaz. Öncelikle, 4 yıl evli kaldığı ve hatta soyadını da aldığı eski eşi Meg White ile birlikte 1997’de kurdukları The White Stripes ile modern rock n roll müziğinde çığır açtıkları kesin. Grup, blues ve garage gibi türleri harmanlayarak oluşturdukları tarzlarıyla ve imajlarıyla kendi alanlarında ikonlaştı. İkili, “Blue Orchid”, “Fell in Love with a Girl”, “The Hardest Button to Button” ve “Icky Thump” gibi hitleriyle listelerde birçok başarı kazanıp ödülleri evlerine götürdü. Ve tabii ki melodisiyle müzik tarihine geçmiş, 2004 yılının “En İyi Rock Parçası” Grammy’sinin de sahibi, malum şarkı “Seven Nation Army” ise hala fazlasıyla popülerliğini korumakta, özellikle son yıllarda Avrupalı futbol taraftarlarının favori marşlarından biri oldu. Jack White, aynı zamanda “Steady, As She Goes” ve “Salute Your Solution” gibi hitler çıkarmış olan, 2011 yılında müziğe ara veren The Raconteurs’in yanında The Kills’in solisti Alison Mosshart’ın vokali olduğu The Dead Weather gruplarının da birer parçası oldu ve ikişer albüm de onlarla çıkardı. The White Stripes ikilisinin ise 3 yıl önce yollarını ayırmasından sonra grubun şarkılarının büyük bir bölümünün yazarı, davul dışında bütün enstrümanların sorumlusu ve frontman’i, kısacası her şeyi Jack White, kariyerine solo devam etme kararı aldı.



            The Whites Stripes’ın da albümlerini çıkartmış olan kendi plak şirketi Third Man Records’tan yayınlanan ilk solo albümü “Blunderbuss”, iki yıl önce piyasaya sürüldü. Eski grubunda yakaladığı havayı devam ettirmeye kararlı olan White, yine benzer bir müzik tarzıyla yol almaya devam etti: Albüm, Blues, Garage ve hatta kimi zaman Country ile Folk ezgileri de taşıyan çoğulcu karakteri, hit parça bolluğu, melodilerin sadeliği ve şarkıların düzenlemeleriyle, beklendiği gibi önemli bir başarı elde etti. Grammy’de ise “Yılın Albümü” ödülü adaylığı gibi erişilmesi zor noktalara bu sefer tek başına ulaştı ve basından oldukça pozitif eleştiriler aldı. Özellikle albümün enerjik hiti “Sixteen Saltines” başta olmak üzere, “Love Interruption”, “I’m Shakin” ve “Freedom at 21” gibi parçaları Jack White konserlerinin vazgeçilmez parçaları oldu.



            Bu yılın haziran ayında ise White’ın merakla beklenen ikinci solo albümü “Lazaretto” müzikseverlerle buluştu. Albüm, bir haftada 40.000 adet plak versiyonu satılarak da 1991’den beri ilk haftasında en fazla satın alınan plak olarak tarihe geçti. Aynı zamanda Jack White’ın Stripes ile birlikte albüm kapakları ve konser kostümlerinde sadece siyah, beyaz ve kırmızı renklerini kullanarak yarattıkları imajdan sonra “mavi” renk kullanımına geçmesinin “Blunderbuss”tan sonra burada da sürdüğü görülüyor. Bunun yanında da albümün esas ilginç özelliği de Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiş olması: Jack White bu albümle, 3 saat, 55 dakika ve 21 saniye ile “Dünyanın En Hızlı Kaydedilen Stüdyo Albümü” ünvanının yeni sahibi oluyor. Müzik kaydı konusunda gerçekten de günümüz piyasasına önemli mesajlar vermeye devam ediyor White. Özellikle Neil Young’un da son albümü “A Letter Home”u White’ın kayıt makinesi olan küçücük bir kulübede kaydetmiş olması da oldukça dikkat çekici.




            “Lazaretto”nun açılışı, Bob Dylan’ın bile adına parça bestelediği efsanevi blues sanatçısı Blind Willie McTell’in 1928 yılında kaydedilmiş olan “Three Women Blues”un Jack White adaptasyonu “Three Women” ile yapılıyor. White, blues ustalarına olan hayranlığını bir kez daha ifade ederken büyük ihtimalle de kendisini taklit ettiğini düşündüğü The Black Keys’e de bir göndermede daha bulunuyor. Bunun yanında eskiden adalarda bulunan deli karantinası anlamında gelen “Lazaretto” ile birlikte sanatçı, kendi müzikal sınırlarını da albümün adına yakışır şekilde zorluyor. Özellikle önceki albümden de fark edildiği gibi artık White, gitar ve davulun yanında piyano ve keman gibi çeşitli enstrümanları da müziğine ekleyip dinleyenlere daha özgün işler sunuyor. Albümle aynı ismi taşıyan parça “Lazaretto” ise bu çeşitliliğin gayet başarılı bir ürünü. Albümün en öne çıkan parçası olmakla birlikte sonundaki keman solosuyla da kesinlikle beklenmedik güzellikte bir iş.

            “Lazaretto” parçasının yanında “Would You Fight for My Love?” da özellikle enstrüman tercihleriyle ve akılda kalıcı melodisiyle insanı hemen saran parçalardan biri oluveriyor. Ayrıca “That Black Bat Licorice” ise The White Stripes günlerini özleyen dinleyicilere ilaç olabilecek bir parça olmuş. Şarkıya çok yakışan bir spontanelik var gitarlarda.Yakın dostu ve ustası Young’un belki de izinden gitmeye kararlı olan Jack White bu albümde onunla özdeşleşmiş olan Country- Folk tadında eserler de ortaya çıkarmayı ihmal etmiyor. “Temporary Ground”, “Entitlement” ve albümün naif güzellikteki son parçası “Want and Able” ile birlikte tempoyu da zaman zaman düşürüyor. Bunların dışında albümün öne çıkan diğer parçaları ise ikinci single olarak yayınlanan “Just One Drink” ve etkileyici şarkı sözleriyle “I Think I Found the Culprit” oluyor.




                        Genel olarak değerlendirildiğinde albüm, “Blunderbuss”a nazaran Stripes’ın ilk dönemlerine daha çok benziyor. Bununla birlikte diğer albümlere göre de burada daha deneysel ve dağınık bir hava var; ancak bunun pozitif anlamda olduğunu söylemek pek mümkün değil. Parça bazında bakıldığında albüme adını veren şarkı dışında şimdilik pek fazla “The White Stripes düzeyinde” hit bulunduramasa da albüm, bir bütün olarak dinlendiğinde ve White’ın şarkı yazarlığının incelikleri hissedildiğinde tabii ki de fazlasıyla değerleniyor. Ancak belirtmekte fayda var: “Dünyanın En Hızlı Kaydedilen Stüdyo Albümü”nü yapmanın beraberinde getirdiği çok açık bir özensizlik var albümde. O nedenle ilk albümün altında bir devam gibi gözüküyor “Lazaretto”; yine de söz konusu olan kişi sıradan biri değil, yaşayan bir müzik efsanesi olan bu adam, aynı zamanda albüme ve geleceğine her zaman pozitif bakılmasına sebep oluyor. White, Glastonbury 2014’te de görülebildiği gibi eski günlerden hiçbir şey kaybetmemiş. Hatta artık bu sefer daha özgür, daha yaratıcı ve daha renkli.