15 Temmuz 2014






Yeni Hikayelerin Başlangıcı

123- "Anja"

7/10




            Güney şehirlerinde yaşayan 13-14 yaşlarındaki Aksel, doldurulmuş bir baykuş ile ruhani bir arkadaşlık yaşar. Birlikte kuzeye doğru tren yolculuğu yaparlar, bindikleri trenin makinistinin yani Arve’nin de baykuşu öldürüp içini dolduran kişi olduğu ortaya çıkar. Daha sonra vardıkları balinalar diyarında da ikili, Anja isimli bir balinanın sırtına çıkarlar... İşte bu fantastik hikayenin yazarı Berke Can Özcan (davul, vokal) ile Feryin Kaya (bas) ve Burak Irmak (klavye), “Tamburada” ve “Dandadadan” maceraları sonrasında 123 isimli yeni projelerini 2004 yılında hayata geçirirler. 5 yıl sonra ise söz konusu hikayenin, bir albüm üçlemesi olarak müziğe uyarlanma süreci başlar: Adını öykünün kahramanı Aksel’den alan ilk albüm yayınlanır, ülkemiz için oldukça özgün bir tarza sahip olan albüm, alternative-jazz yapısı ve Özcan’ın İngilizce vokalleriyle grup için başarılı bir çıkış olur. Bu sürede aralarına çocukluğu Stockholm’de geçmiş yarı Türk yarı İsveçli sayılan Dilara Sakpınar (vokal) katılır. Grubun ertesi yıl piyasaya sürülen “Stereo Love” EP’si, özellikle ilk parçası “Again”, isimlerinin artık daha fazla duyulmasını sağlar.



            Hemen ardından gelen üçlemenin devamı, “Arve” ise Sakpınar sonrası grubun müziğinin karakterinin tam anlamıyla oturduğu albüm oldu: Özellikle grupta iki vokalin olması da çeşitliliği artırırken, trip-hop’tan fusion jazz’a birçok tarzı içinde barındıran albüm, “Grass”, “Mossa”, “Laughter”,“Gegga” ve ünlü trompetçi Norveçli Arve  Henriksen’in de eşlik ettiği  “Arve” gibi parçalarla oldukça dikkat çekti. 2 yıllık bir aradan sonra “Lara” isimli 4. albümlerini yayınlayan grup, söz konusu çeşitliliğini daha da artırarak yine başka birçok önemli  isimle çalıştı: “Sun in the Arms of Love”da aynı zamanda Sakpınar’ın dayısı olan ünlü müzisyen İlhan Erşahin, “Trip”te ünlü avant-garde müzisyen Arto Tunçboyacıyan ve “Yokuz”da Hakan Kurşun, gruba eşlik eden isimler oldular. Ayrıca “So Much to Say”,“Green Bag” ve “Binalar” gibi parçalar da albümde öne çıktılar. Aynı zamanda 123’ün ilk defa Türkçe sözlü parçalar içeren albümü olan “Lara”, bir bütün olarak değerlendirildiğinde içerdiği hit sayısı ve aldığı eleştiriler bakımından da grubun geldiği noktada en başarılı işi oldu. Çoğu parça konser setlistlerine dahil edildi.


©dave borovsky


            “Aksel” ve “Arve”den sonra ise geçtiğimiz ay yayınlanan “Anja” ile üçleme böylece tamamlanmış oldu. Albümün en dikkat çekici özelliği ise parçaların çoğunda hemen ilk dinlenişte hissedilebilen tarz değişikliği olmuş. Burak Irmak’ın gruptan ayrılması ve Dorian grubuna katılması sonucu kadroya eklenen Arda Erboz (gitar) ve Seçil Kuran (vibrofon) ile beraber 123’ün de müziğinde ciddi bir değişim yaşanmış. Haliyle gitar kullanımı da yoğunlaşınca grubun müziği azcık sertleşmiş ve daha tempolu hale gelmiş. Bununla beraber şarkı düzenlemeleri de önceki albümlere göre daha progressive bir yapıda, hatta fazlasıyla yalınlaşmış bu melodilerle alternatif rock bile denilebilir. Ancak tabii ki 123’ün o her zamanki kendine has müziği de bu albümde de devam ediyor. Bunun yanında, Berke Can Özcan’ın da vokallere artık katılmaması ses çeşitliliğini sınırlamış, bunlar gibi ve daha birçok nedenlerle “Anja” eksiklikleri çok belirgin bir albüm. Özellikle şarkı düzenlemeleri ve vokaller çok fazla aceleye getirilmiş gibi. Bir yarım kalmışlık hissi hakim albüm genelinde. Bu belirtmenin sebebi olarak ise grubun geçmiş işleri örnek gösterilebilir; 123, müziğini giderek geliştiren ve daha kaliteli parçalar ortaya çıkaran bir gruptu. Bu potansiyeli kesinlikle hala korusa da özellikle kadro değişikliği gruba çok etki etmiş gibi gözüküyor. Ayrıca grubun yan işleri, Berke Can Özcan’ın “Big Beats Big Times” adlı davul ağırlıklı projesinin bu yıl “Full Moon Theory” isimli albümünün çıkacak olması, Dilara Sakpınar’ın solo projesi “Lara di Lara”da albüm hazırlığı içinde olması  ve çok aktif olmasa da “Alike Places” isimli elektronik duo grubu da “Anja”nın hazırlanış sürecini ister istemez olumsuz yönde etkileyen işler olmuş.



            Albümün kendini tekrar tekrar dinleten parçalarına gelince ilk olarak “Undertow”tan söz edilmeli. Oi Va Voi’nin işlerini andıran çok enstrümanlı bir grup müziği yapısına sahip bir şarkı. Özellikle canlı performansları da albüm versiyonunu aratmıyor, ilk gitar notasından itibaren insanı alıp uzak yerlere götürüyor. 123’ e gerçekten bu tarzda bir şarkı çok yakışmış. Bunun dışında, albümün ilk şarkısı “No Return” de tempolu yapısıyla öne çıkan parçalardan; ancak özellikle bu parçada sözü edilen o yarım kalmışlık fazlasıyla hissedilebilir. Hemen ardından gelen “Aşk Şarkısı” ise aslında çok şey anlatan sadeliği ve nakaratıyla büyük ihtimalle şimdiden grubun canlı çaldığı parçaların vazgeçilmezleri arasına girebilir. Bunların yanında, progressive yapısıyla ve akılda kalıcı şarkı sözleriyle “There I Go” ve yeni 123’ün yine en güzel meyvelerinden “Low Sign” da albümde dikkat çeken diğer parçalar. Ayrıca grubun eski üyesi Burak Irmak’a ithaf edildiği adından da belli olan ve ondan sonraki dönemi ifade eden “Post Burak” da özellikle şarkı sözleriyle ve Dilara Sakpınar’a özgü vokalleriyle albümün en iyilerinden.



©rahsan umay karamanlar
            Yeni albümleriyle birlikte 123, birçok kesimin daha fazla konser vermelerini umduğu ve aslında kendilerinden çok şey beklediği bir grup oluverdi. Özellikle grup üyelerinin bütün kalpleriyle çaldıklarının ve yaptıkları işi fazlasıyla sevdiklerinin hissedildiği canlı performansları kesinlikle çok etkileyici, yavaş yavaş yurtdışında da Almanya, Çek Cumhuriyeti, Fransa, hatta Brezilya gibi çeşitli yerlerde konser vererek hitap ettiği kitleyi de belki de en güzel şekilde geliştiriyorlar. Ayrıca dünyaca ünlü Norveçli ikili Kings of Convenience ile de Babylon’da iki defa beraber sahne aldılar. Bunun yanında aynı zamanda solist Dilara’nın babası olan Ender Sakpınar’ın şefliğinde İzmir Devlet Senfoni Orkestrası ile de birlikte performans sergilediler. Üstelik grup, kendi parçalarının yanında Thom Yorke’tan “The Eraser” gibi başka eserleri de layıkıyla coverlıyor.


            Kısaca 123, ülkemizde hem İngilizce hem Türkçe sözlü kaliteli işler yapan, kendi plak şirketleri sayesinde indie duruşlarıyla popüler piyasadan bir şekilde ayrı durmaya ve gitgide kendini geliştirmeye çalışan ülkemizden çıkmış en değerli modern gruplardan biri. Bunun bilincinde olarak grup, müzikseverlere daha birçok öykü anlatacak ve “Anja” üçlemenin sonu olduğu kadar grubu daha da büyüten, yenilenen kadrosuyla grup için yepyeni bir başlangıç aslında.



©dave borovsky





             


6 Temmuz 2014

    


Danger Mouse ile Yükselişe Devam

The Black Keys- "Turn Blue"

8/10



        The White Stripes’ın müzik dünyasına kazandırdığı “garage blues-rock duo” sıfatının belki de onlarla birlikte en fazla hakkını veren gruptur The Black Keys. Sadece iki kişi ile modern müziğin giderek pop odaklı hale geldiği bir piyasada blues yapmak gerçekten de kolay bir iş değil. Hatta bir de geleneksel rock n roll karakterinde yapılan blues ise -kaliteli olduğu takdirde- günümüzde yapılması çok daha değerli bir müzik türü haline geldi. Ohio’nun Akron şehrinde aynı mahallede oturan Dan  Auerbach ve Patrick Carney tarafından lise yıllarında kurulan The Black Keys de müzik kariyerine bu tarzda parçalar icra ederek başladı: Kısıtlı imkanlarla birer yıl arayla çıkardıkları ilk üç albümleri ve dördüncü kayıt “Magic Potion”, içerdikleri birbirinden başarılı blues parçalarıyla grubu piyasada önemli bir konuma getirdi. Bu süreç sonrasında, Gorillaz’ın kült albümü “Demon Days” ve Gnarls Barkley’i meşhur etmiş debut albümü “St. Elsewhere” gibi kayıtlarda yaptığı prodüktörlükle dünyaca ünlü bir müzik adamı haline gelmiş Brian “Danger Mouse” Burton, gruba 2008’de çıkan yeni albümleri “Attack & Release”de katıldı. (Son zamanlarda da kendisi U2’nun yeni çıkacak albümü ile meşgul.) Yapmış olduğu işlerde, günümüz müziğinin de olmazsa olmazı haline gelen “alternatif indie” tadında eserler yayınlamış olan sanatçı, albümde The Black Keys’e de bu etkiyi aşıladı. “I Got Mine”, “Strange Times” ve “Lies” gibi parçaları içeren albüm, önceki işlerinden bile çok daha olumlu eleştiriler aldı. Yaşanan bu değişim, rap sanatçılarıyla yaptıkları “Blakroc” isimli rap-rock albümü ve Auerbach’ın ilk solo albümü “Keep It Hid” gibi gruba farklı çalışmalar yapma cesareti de sundu.




            Grubun müziğinin esas değişimi ise bir sonraki albümleri 2011 çıkışlı “Brothers” ile oldu. Hatta değişimden öte grup, müziğini bu albümle tam anlamıyla “geliştirdi”. Dünya çapında 1 milyondan fazla satan albüm sayesinde grubun müziği çok daha farklı kitlelere de ulaştı. Bunun yanında grup, 3 tane de Grammy’i evine götürdü. Özellikle “Tighten Up” ve “Howlin’ for You” albüm hitleri oldular ancak albüm zaten bütünüyle de kendisini defalarca dinletebilen komple bir eserdi. Hemen ertesi yıl yine Danger Mouse’un eşliğiyle “El Camino” isimli 7. albümleri yayınlandı. Bu albüm de öncekinden geri kalmadı ve aldıkları eleştirilerle satış rakamları sayesinde giderek yükselen çizgilerini sürdürdüler: Albümle tam 4 Grammy alan The Black Keys artık bu albümle birlikte “modern rock n roll”a yakın bu müzik türünün belki de dünyadaki en önemli temsilcilerinden biri haline geldi. “Lonely Boy”, “Gold on the Ceiling” ve “Little Black Submarines” gibi parçalar şimdiden birer klasik haline geldi. Grubun bu başarısına paralel olan değişimleri sonucunda aslında ilk albümlerindeki o saf blues tonlarından da yavaş yavaş uzaklaşıldı. Hal böyleyken grubun birçok hayranı ve müzik yazarı tarafından fazlaca eleştirilmesi de kaçınılmaz oldu. Ancak yine de tabii ki 2008 sonrası grubun gerçekten de büyük aşama kaydettiği ve kendilerini sürekli geliştirdikleri rahatlıkla söylenebilir.





            Gelişimin bir parçası olarak da artık psychedelic etkili sularda yüzmeye karar veren grup 3 yıllık aranın ardından geçen mayıs ayında “Turn Blue” isimli yeni albümlerini piyasaya sürdü. Bu sefer prodüktörlüğün yanında şarkı yazımında da gruba eşlik eden Mouse, artık neredeyse grubun  üçüncü üyesi gibi. Albüm kapağı ise hem bir psychedelic gönderme yapıyor hem de albüm ismini niteliyor. Bunun yanında, bu hüzünlü albüm ismiyle birlikte parçaların genel yapısı da önceki albümlere göre daha fazla kişisel şarkı sözlerine sahip: Bu duygu yükünün oluşmasında vokal Dan Auerbach’ın (intihara eğilimli) karısından boşanma süreci de şüphesiz etkili olmuş. Ancak tabii ki “Turn Blue” bu sürece rağmen yine alışıldığı gibi çok başarılı bir iş: Özellikle parçaların besteleri her zamanki The Black Keys işleri gibi çok çeşitli ve derin bir yapıda.

            Parçaların üzerinde oldukça uğraşılmış eserler oldukları hemen ilk dinleyişte dikkat çekiyor.  Bunun getirdiği bir artı da albümde çok fazla hit potansiyelli şarkı olması: Özellikle belki de bütün albümün de üstünde bir parça olan, psychedelic düzenlemesiyle Pink Floyd çağrışımları yapan, hatta büyük ihtimalle uzun yıllar sonra bir rock klasiği olarak hatırlanacak, albümün ilk parçası “Weight of Love”, grubun belki de şu ana kadar yaptığı en iyi işlerden biri. Her ne kadar 6:50 dakikalık süresiyle radyolar için ideal bir single parçası olmasa da parçanın yakında adından söze ettireceği kesin gibi. Buna karşılık grup, geçtiğimiz günlerde gerçekleşen dünyaca ünlü Glastonbury Festivali’nde de şarkıyı çalmamayı tercih etti. Gerçi yeni albümden sadece 2 parça çaldılar, sebebini anlamak gerçekten güç.




            İlk müzik klibi olarak yayınlanan “Fever” ise tam tersi şekilde sanki bir Foster the People parçası havasında bir single. Kolayca akılda kalıcılığıyla çıkış parçası olarak doğru bir seçim olan bu parça, klavyelerin yoğun olarak kullanıldığı bas ağırlıklı bir indie-rock şarkısını andırıyor. Yine de bu parçayla birlikte albümdeki elektronik yapının diğerlerine göre biraz daha arttığı rahatlıkla söylenebilir. Ancak bu yine de grubun blues köklerini kaybettiği anlamına gelmiyor: Özellikle üçüncü single “Bullet in the Brain” kendilerine yakışan çok dolu bir Black Keys parçası. Bunların yanında “In Time” ve “In Our Prime” da kesinlikle albümün sözü edilen yüksek hit potansiyelli niteliğinin birer parçaları. Aynı zamanda ilk albümlerinden çıkmış gibi bir “It’s Up to You Now” ve albüme adını veren “Turn Blue” da albümün öne çıkan parçalarından. Klavyeler eşliğindeki nakaratıyla “10 Lovers” ve son parça "Gotta Get Away" yine dikkat çeken başka şarkılar.



            Danger Mouse ile çalışılan dördüncü albüm olan “Turn Blue”, beklentileri boşa çıkarmadı ve yine gruba yakışır bir şekilde eleştiriler aldı. Özellikle Dan Auerbach, şarkı sözleri, soloları, riffleri ile ne kadar yaratıcı bir şarkı yazarı olduğunu gerçekten bir kez daha kanıtlamış oldu. Grup dışında Lana del Rey’in geçtiğimiz günlerde çıkan albümü “Ultraviolence”da da prodüktörlük görevini üstlenmesinin yanında gitarları da çalan Auerbach, yaratıcılığını başka sanatçılarla paylaşmaktan da  çekinmiyor. Özetle The Black Keys,  gerçekten çok takdir edilesi bir şekilde hem köklerine bağlı, blues esintileri taşıyan, hem de modern tınıları olan, ticari amaca da bağlı olmamaya çalışarak yani sadece yapmak istedikleri müziği icra ederek çok başarılı bir albümü daha müzikseverlerin beğenisine sunmuş oldu. Artık canlı performanslarında da yeni albümden parçaları bir an önce dinlemek ve esas bu deneyimi ülkemizde de yaşayabilmek dileğiyle.