23 Kasım 2014




8 Şehrin Hikayesi

Foo Fighters- "Sonic Highways"

7,5/10


5 Nisan tarihi, Grunge müziği için lanetlidir. Akımın en önemli 4 isminden ikisi, iki efsanevi müzisyen bu günde hayata gözlerini yummuştur: Önce 1994 yılında 27’ler kulübüne katılan Kurt Cobain, ardından 2002 yılında ise Layne Staley... Özellikle Nirvana’nın piyasayı altüst ettiği dönemde, grubun her şeyi olan Cobain’in ölümü, dünyaya damga vurmuş bu müzik akımının birkaç yıl içinde sonlanacağının da habercisiydi. İşte ilk 5 Nisan’ın yaşandığı bu yılın sonlarına doğru, depresyonda olan grubun davulcusu Dave Grohl, Kurt’ün intiharının yaşattığı travmayı üzerinden atmak ve kendini müziğe vererek yeniden toparlanmak istedi. Yaşadığı onca şeyden sonra yine de o tek başına stüdyoya kapanıp, bütün şarkılarını kendisi yazdığı, enstrümanlarını da yine kendisi çaldığı ve bir de vokalini de yaptığı albümü kaydetme cesaretini gösterdi. Grohl, böylece adeta yeniden doğmuş oldu ve ilk başta sadece 100 adet kopyasını çıkardığı albümünü, kimliğini çok da ön plana çıkarmamak adına “Foo Fighters” ismiyle yayımladı. 



Davul dışında diğer enstrümanlara olan yeteneğinin yanı sıra sesinin de vokal görevi için fazlasıyla yeterli olduğunu kanıtlayan sanatçı, albüm için gayet olumlu tepkiler almasına rağmen, bundan sonra yoluna solo sanatçı olarak değil, grup olarak devam etmek istedi: Çeşitli zaman aralıklarıyla gruba dahil olan Nirvana’dan Pat Smear da dahil olmak üzere Nate Mendel, Chris Shiflett ve Taylor Hawkins ile birlikte art arda çok başarılı albümler çıkardı. Albümlerden peş peşe çıkan hitler sayesinde Grammy Ödülleri koleksiyoncusu haline gelen grup, listelerdeki bu başarılarıyla da artık Grohl’un “Nirvana sonrası projesi” olarak değil de tam anlamıyla bir “headliner” grup statüsüne kavuştu.
1997’de “The Colour and the Shape”, iki yıl sonra “There Is Nothing Left to Lose” ve 2002’de “One by One”, üç yıllık aradan sonra “In Your Honor” ve ardından 2007’de “Echoes, Silence, Patience & Grace” yayımlandı. Bu albümlerden çıkan “Learn to Fly”, “My Hero”, “All My Life”, “Times Like These”, “Long Road to Ruin” gibi hitlerle ve özellikle ünlerine ün katan “Everlong”, “The Pretender”, “Best of You” üçlüsü ile grup, modern rock müziğin en önemli temsilcilerinden biri haline geldi. Müziklerinde Post-Grunge, Alternatif Rock ve Hard Rock arasındaki dengeyi kendilerine has bir şekilde tutan ve Grohl’un gitgide geliştirdiği vokalleriyle de özellikle canlı performanslarında hayranlık uyandıran bir grup olduverdi Foo Fighters: “Skin and Bones” (2006) isimli akustik konser albümlerinin başarısı ve her seferinde dolup taşan stadyum konserleriyle de müziklerinin stüdyo dışında performans kısmıyla da grup, fazlasıyla takdir kazandı.



Bunun yanında Foo Fighters’ı belki de günümüzün en değerli müzik gruplarından biri haline getiren kayıt ise hiç şüphesiz 2011 yılında piyasaya sürdükleri ve yıla damga vurdukları albümleri “Wasting Light” oldu. Dave Grohl’un evinin garajında tamamen manuel sistemlerle kaydedilen ve bu anlamda da enstrüman seslerinin doğallığıyla modern müziğe adeta damga vuran bir kayıttı. Ayrıca Nirvana’ının efsanevi albümü “Nevermind”ın kaydını yapan ünlü prodüktör/müzisyen Butch Vig kaydın prodüktörlüğünü üstlendi ve Nirvana’nın basçısı Krist Novoselic’in de bir şarkıda basları ve akordiyonu çalmasıyla, Smear’ın zaten ritim gitarda olmasıyla da  Cobain dışında “Nevermind” kadrosu bir kez daha bir araya gelme fırsatı bulmuş oldu. Bunun yanında albümün yapılış sürecini anlatan “Foo Fighters: Back and Forth” isimli belgesel de önemli bir başarı elde etti. Albüm, 2012 yılında yapılan Grammy Müzik Ödülleri’nde tek başına tam 5 tane ödülün sahibi oldu. Adele’in ve onun “21” isimli albümünün patladığı yıl olmasa şüphesiz “Yılın Albümü” ödülünün de sahibi olacaklardı. Bu albümden, “Walk”, “Dear Rosemary”,“Bridge Burning”, “Arlandria”, “Rope” ve Novoselic’li “I Should Have Known” başta olmak üzere birçok hit çıktı, hatta albüm bütünüyle hitlerden oluşuyordu. Sonrasında ise “Wasting Light” ile tavan yapan başarının ardından Grohl yine boş durmadı ve 2013 yılında bir belgesel daha yayımladı: “Nevermind”ın kaydının da yapıldığı dünyaca ünlü Sound City stüdyosu hakkındaki “Sound City” isimli film, “indie filmlerin Oscar’ı” Sundance Film Festivali’nde özel gösterimle seyircileriyle buluştu. Çok beğenilen belgeselin iki Grammy’li soundtrack albümü ise Sound City Players ismi altında Sir Paul McCartney, Josh Homme, Trent Reznor ve Corey Taylor gibi önemli isimleri bir araya getirdi.



Art arda bu kadar önemli işlerin çıkmasından sonra ise birçok kesim tarafından beklenen kayıt olan Foo’nun sekizinci albümü “Sonic Highways”, 2014’ün kasım ayında raflarda yerini aldı. Albüm aynı zamanda Grohl’un yönetmenlik koltuğunda oturduğu 8 bölümlük bir televizyon dizisi olarak “Game of Thrones”, “Entourage”,”The Sopranos” gibi yapımlarıyla ün kazanmış Amerikan TV kanalı HBO’da yayınlanıyor. Dizinin ve albümün orijinalliği ise şuradan kaynaklanıyor: Albümde yer alan 8 parça da ABD’nin 8 farklı şehrinde kaydedilmiş ve aynı zamanda dizi de bu 8 farklı şehirde geçmekte. Ayrıca her parçada ayrı bir konuk sanatçı bulunmakta. Dave Grohl, projeyi “Amerikan müziğine bir aşk mektubu” olarak nitelendiriyor ve “Sonic Highways”’in albüm kapağından da anlaşılabileceği üzere albüme sadece bir müzik kaydı olasından öte, Amerikan müziği için saygı duruşu anlamını yüklüyor. Bu arada albüm kapağının nerdeyse her yerinde görülebilen sonsuzluk işareti (∞) grubun sekizinci albümü şerefine bir ters sekiz ve albümde 8 şarkı/şehir olmasına da gönderme yapılıyor. Belgeselin yapılma amacı da Amerika’daki müziğin tarihi hakkında gerek müzik videoları gerekse çeşitli müzisyenlerin röportajlarıyla beraber insanları bilgilendirmek. Sound City belgeselinin de başarısının ve ondan çıkan kaliteli parçaların ardından da Grohl ve arkadaşları, işi daha da büyütmeye karar vermiş ve sekizinci albümlerini ilk defa bir konsept etrafında oluşturmuşlar. Aynı zamanda “Wasting Light”taki gibi Butch Vig, bir kez daha albümün prodüktörlük koltuğunda oturuyor.



Öncelikle albümün ilk single’ı "Something from Nothing" Chicago’da, kaydedilmiş. Parça, ilginç bir şekilde grubun akustik hiti “Skin and Bones” ile neredeyse aynı şekilde başlıyor. Bunun yanında da bir Dio klasiği “Holy Diver”ı andıran şaşırtıcı gitarlarıyla da dinleyiciye ters köşe yaptırıyor ama kesinlikle iyi anlamda bir değişiklik bu. Şarkının klasikleşen alternatif rock temposundan çıkıp farklı biçimlerde ilerlemesi her ne kadar başka yerlerden etkilenmeler olsa da parçaya tadında bir orijinallik katıyor. Art arda dinleme isteği de uyandıran bir başka Foo Fighters klasiği statüsüne hemen kavuşmuş bir şarkı.
Ardından gelen single "The Feast and the Famine" Arlington, Virginia’da (ancak yakınlığından dolayı Washington D.C’de bölüm çekilmiş.). Albümün en tempolu şarkısı olarak lanse edilebilir: Özellikle nakarat kısmı çok oturmuş şarkıda, “Amen!” bağırışları akıllara kolayca kazınıyor ve grubun şarkının düzenlemesinde çok emek verdiği belli oluyor. Sonraki parça “Congregation”, Nashville ‘de Zac Brown ile birlikte kaydedilmiş. Özellikle nakarat öncesindeki gitarlarıyla ve grubun enerjik hit şarkılarındaki alışılan düzenlemeleriyle dikkat çeken bir başka parça oluyor. Bu nedenle albümün hitlerinden biri olarak kabul edilebilir. Dördüncü single ise “What Did I Do? / God As My Witness”. Austin’de kaydedilen parçaya son zamanların ünlü blues gitaristlerinden Gary Clark Jr. katkısıyla çeşitlilik katıyor. Ancak iki kısma sahip şarkı, grubun ilk defa bu sularda yüzmesinin sonucu olarak da çok da oturmamış bir yapıda ve aslında parça yüksek enerjisine rağmen monotonlaşan bir yapıda gidiyor. İkici kısım tek başına ayrı bir kayıt olsa daha tadında bir iş çıkabilirdi sanki.



Los Angeles, California’da kaydedilen “Outside” ise çıkarıldığı yerin gerçekten de hakkını veriyor:  Albümün belki de en başarılı işi olarak nitelendirilebilecek parça, adeta “Wasting Light”tan fırlamış gibi. Grup, single’ları şarkı listesine göre yayınladığı için 5. Single olarak da piyasaya sürülebilir. Şarkı, özellikle gitarlarıyla ve sonundaki basları, progresif, klasik rock ögeleriyle birlikte hiç beklenmedik şekilde dinleyiciyi avucunun içine alıyor. Grubun önemli hitleri arasına da çok yakın sürede girecektir.
New Orleans parçası “In the Clear” ise kökenlerine ithafen Dixieland tarzına yani jazz’a yakın ya da bölgeye ait Lousiana Blues’una daha yakın bir tarzda olsaymış daha etkileyici bir iş çıkabilirmiş. Her ne kadar parçadaki üflemeli enstrümanlar bu müzik türlerine gönderme olsa da tam anlamıyla yeterli olmamış. Bununla birlikte, albümün çok akılda kalan eserlerinden biri de değil. Sonraki parça "Subterranean" ile ise grup, Seattle’ı da boş geçmiyor. Death Cab for Cutie solisti Ben Gibbard’ın vokalleriyle daha da zenginleşen bir şarkı olsa da Cutie’nin müzğindeki naifliği bu kayıtta da hissetmek mümkün, aslında dinleyici için hiçbir sıkıntı yok tabii ki, parça gayet başarılı; ancak Seattle’ın yani Grunge kültürünün ve aynı zamanda Fighters’ın da kurulduğu bu şehir için insan ister istemez gruptan daha sert, hatta esaslı bir grunge/ post-grunge parçası bekliyor.



Albümün son parçası ise New York’tan: “I Am A River”. 7 dakikalık şarkı için öncelikle şu söylenebilir ki bu tarz progresif yapılar Foo Fighters’ın kültürüne çok iyi uyum sağlıyor. Grubun belki de bu kadar başarıdan sonra gitmesi gereken yol aslında bu. Parça özellikle gitarlarıyla, vurucu nakaratıyla ve aynı zamanda düzenlemesiyle albümün sonuna çok yakışmış. Sonlardaki yaylı enstrümanlar Butch Vig’in mi yoksa grubun mu önerisi şimdilik bilinmez ama şarkının (ve dolayısıyla albümün) çok etkileyici bitmesini sağladığı kesin. Özellikle de canlı performansının merakla bekleneceği “Everlong”vari bir şarkı olmuş.

Sonuç olarak albümle ilgili hem iyi hem kötü birçok şey söylemek mümkün: Önceki albüm ile haliyle kıyaslamalar yapılacak ve ona göre yeterli bulunmadığı konusunda birçok kişi aynı fikirde olacaktır; ancak gerek çok iyiniyetli bir TV dizisi amacında yapılması gerek her parçanın ülkenin bambaşka şehirlerinde kaydedilmiş olması nedenleriyle ve önceki albümlerle kıyasla değil ama kendi içinde bağımsız bir müzik eseri olarak değerlendirildiğinde albüm, gerçekten ortalamanın çok üstünde bir eser. Grohl’un yeni harikalarını şimdiden sabırsızlıkla bekliyor, HBO reytinglerinin de yüksek olmasını diliyoruz.



1 Kasım 2014





Deneysel Sularda Boğulmak

Julian Casablancas+ The Voidz- "Tyranny"

6/10





İngiltere, popüler müziğin yanında alternatif müziğe de yön veren önemli isimlerin çoğunluğunun çıktığı yerdir. Hatta çoğu zaman radyoda çalan herhangi bir parça için sırf vokallere ve  melodilere bakarak “Kesin bu İngiliz bir müzisyen” cümlesi bile kurulabilir. İşte bu algıyı değiştirmekte önemli pay sahibi olan gruplardan biri de New York çıkışlı Amerikan grup The Strokes’tur. Özellikle 2001 yılında yayımladıkları ilk albümleri “Is This It”in de etkisiyle grup, günümüzde yapılan “post-punk revival” akımının da ötesinde gitar bazlı rock müziğin en ilham verici sanatçıları arasına girmeyi başarmıştır: Arctic Monkeys’in henüz albümü olmayan bir grup iken yaptığı Strokes coverları, ayrıca Alex Turner’ın “Trying Your Luck” hayranlığı, The Kooks’un kariyerinde ilk canlı çaldığı parçanın “Reptilia” coverı olması ve bu gruplar gibi daha birçok önemli İngiliz grubunun kurulmasına da yine bu grup teşvik edici olmuştur.



The Strokes’un tam anlamıyla “her şeyi” olan kişi ise grubun vokali Julian Casablancas’tır. Hatta Strokes, o’dur: Yayımlanan 5 albümdeki parçaların %90’ını tek başına yazan ve Lou Reed’den ilham aldığını her fırsatta dile getirdiği vokalleriyle grubun kendine özgü tarzının da aslında en önemli parçası kabul edilen sanatçı, grubun yanı sıra solo çalışmalarıyla da üretkenliğini devam ettirmektedir. İlk solo albümünü bundan 5 yıl önce “Phrazes for the Young”  adıyla çıkaran şarkıcı, aynı zamanda albümdeki bütün enstrümanları da kendisi çaldı. Grupla olan çalışmalarına göre çok daha elektronik; new wave ve electronica tadında bir albümdü, yine de çalışma oldukça olumlu eleştiriler topladı.
Kayıttan çıkan ilk single “11th Dimension”, Strokes’un iki yıl sonra, 2011’de çıkaracağı “Angles” albümündeki konsepte de çok yakın bir yapıda, synth ağırlıklı bir parçaydı. Bunun dışında albümde “River of Brakelights” isminde çok bilinmeyen ancak özellikle Jimmy Fallon performansıyla da dikkat çekmiş gayet başarılı bir şarkı ve “The Kids Are All Right” filminin fragmanında kullanılan “Out of the Blue” gibi Strokes-vari bir parça da vardı. Albüm turnesi kapsamında “The Sick Six” adıyla kurduğu canlı performans grubuyla turneye çıkan Casablancas, aynı zamanda bu ekipte Danielle Haim’e de yer verdi; 2013 yılında çıkardıkları “Days Are Gone” adlı debut albümleriyle parlayan üç kız kardeşin kurduğu Haim grubunun bir parçası olacak olan bu müzisyen, kendi grubu için şarkı yazımı konusunda o zamanlar Casablancas’tan öğütler de aldı.

İlk solo albümü sonrası Julian Casablancas, grubu The Strokes ile tekrar yola devam ederken, muhteşem Fransız ikili Daft Punk’ın birçok otorite tarafından 2013’ün en iyi albümü olarak lanse edilen “Random Access Memories” albümüne de konuk oldu. Julian’ın vokalin yanında solo gitarları da çaldığı “Instant Crush” isimli parça, aynı yılın kasım ayında albümün dördüncü single’ı olarak yayımlandı. Aynı zamanda sanatçı, parçada alışık olunan Strokes vokallerinden daha kısık bir tonla şarkıyı söyleyip dinleyicileri şaşırttı. Şarkıcı, solo anlamda kariyerinin doruk noktasına ulaştı. Şarkı büyük ilgi gördü ve aylarca da radyolarda çalındı. Bunun yanı sıra parça, Rolling Stone dergisinin “2013 yılının en iyi 100 şarkısı” listesinde de kendisine 58. numarada yer buldu.



Casablancas, yine 2013 yılında yanına “The Sick Six”ten Alex Carapetis ve Jeff Kite’ı aldı ve onların yanında üç yeni isimle de birlikte yeni projesi “The Voidz”i kurdu. Kendi adıyla ikinci bir solo albümün yerine “Julian Casablancas+The Voidz” adı altında, merakla beklenen ikinci kaydını bu yılın eylül ayının sonunda piyasaya sürdü. “Tyranny” isimli albüm, Casablancas’ın 2009 yılında kurduğu “Cult Records” isimli plak şirketinden yayımlandı. Albümdeki bütün parçalar ise yine kendisi tarafından yazılmış. Aynı zamanda sanatçının ilk defa bu kadar deneysel bir iş yaptığı görülüyor: Joy Divison’ı andıran depresif post-punk, synth ve bilgisayar ağırlıklı elektronik altyapılar ve bununla birlikte de bol bol distortion ile kirli, garage bir hava var. Yani “Phrazes for the Young”a kıyasla The Voidz’in, Strokes ile bu sefer yakından uzaktan alakası yok.

Aslında deneysel projelere girişip sanatçının kendini sürekli geliştirmek istemesi çok önemli bir şey, sonuçta kendini tekrar edip daha önce yaptığı işlere yakın bir çizgide kayıtlar çıkarsaydı da büyük ihtimalle o parçalar da sevilecekti. Buna karşılık, albümün deneyselliği biraz fazla “gürültülü” kaçmış: Parçaların çoğunluğu “Lo-fi”, yani fotoğraflardaki düşük çözünürlüklü bir halde gibi. Aynı şekilde vokaller de fazlasıyla bulanık, sadece birkaç şarkıda sanatçının performansı dikkat çekici.


Albümün en dikkat çekici şarkısı şüphesiz 11 dakikalık ilk single “Human Sadness”. Parça gerçekten çok başarılı olmuş, özellikle içinde birçok uyumlu melodiyi art arda barındırması ve gitar solosu kısmı da ayrı bir güzellik katıyor parçaya ve 10 dakika 56 saniye aslında hiç o kadar da uzun sürmüyor. Deneysel progresif bu yapı albümün tamamında da yapılsaydı aslında genel anlamda çok daha başarılı bir sonuç ortaya çıkabilirdi.

Ardından gelen parça “Where No Eagles Fly” ise gayet hoş bir post-punk parçası şeklinde açılıyor ve sonlarına doğru da Julian’ın agresif vokalleriyle değerine değer katıp kendini art arda dinlenebilecek bir eser haline getiriyor. Ayrıca albümün ilk klip parçası olma özelliğini taşıyan şarkının gerçekten de eğlenceli olmuş klibini de grubun gitaristi Jeramy Gritter çekmiş.



Bu iki parça peş peşe dinlenildiğinde albümün tadına kısa yoldan bile varılabiliyor; bunların ve albüm açılışını yapan “Take Me in Your Army”nin dışında “Tyranny”de çok fazla akılda kalan eser bulmak pek mümkün değil. Bir bütün olarak değerlendirildiğinde ise de albümün başından sonuna kadar aralıksız dinlenilebilecek bir yapıda olmadığı, sadece birkaç şarkı dinlenildiğinde bile kolayca anlaşılabiliyor.

Julian Casablancas’a olan sempatinin ise bu albüm sonrası azalacağını kesinlikle düşünmemek gerekir; çünkü en basitinden albüm The Strokes adı altında yayınlanmamış, sanatçının tamamen kendi isteği ve yazdığı parçalar üzerine, kendi plak şirketinden, doğal olarak piyasa kaygısı da olmadan kaydedilmiş. Bu nedenlerle zaten grubun hayranlarının da aradaki bu kadar tarz farkı yüzünden biraz hayal kırıklığına uğramaları normal. Yine de Daft Punk sonrası Casablancas’ın, İngiltere fatihi The Strokes benzeri bir yapımla geri dönmeyeceğini de tahmin etmek gerekir. Artık gözler bu sefer tamamen olası bir 6. Strokes albümünde...