3 Eylül 2018





Sosyalizm ve Kapitalizm Arasında Kalan Sıra Dışı Bir Ailenin Filmi

Good Bye Lenin! (2003)







       
     Batı’da uzun yıllar Schandmauer (Utanç Duvarı) olarak adlandırılan Berlin Duvarı, Almanya’nın kalbini 1961 yılından 1989’a kadar ortadan ikiye ayıran bir ideoloji kalkanıydı. Bu ayrım, siyasi odaklı olmasının yanında, aynı zamanda duvarın iki tarafındaki insanların da hayatı yaşayış şekillerine doğrudan etki eden bir sınırdı. Duvarın yıkılmasının ardından ise bu sürecin yansımaları, özellikle sosyokültürel anlamda çok etkiliydi. Alman toplumunun sanatçıları, neredeyse 30 yıl süren bu tecrübeyi sanat eserlerine dönüştürmeye başladı. Bunların etkileyici örneklerinden biri de Good Bye Lenin! Almanya’nın -tahmin edebileceğimiz üzere- batısında doğan yönetmen Wolfgang Becker ve senarist Bernd Lichtenberg’in ortak çalışması olan 2003 yapımı film, bizleri gerçekten de o günlere götürmeyi başarıyor.


Özetle film, sosyalist Doğu Almanya’nın ödüllü eğitimcilerinden olan aşırı idealist bir annenin komaya girmesinden 8 ay sonra, gözlerini değişen rejimin içinde açmasını ele alıyor. Filmin odak noktası olan anneyi canlandıran alman aktris Katrin Saß, karakterinin yaşadığı psikolojik değişimi gerçekten de acayip bir oyunculuk sergileyerek yansıtmayı başarıyor. Oğlu Alex’e hayat veren ünlü oyuncu Daniel Brühl ise bu başrolü öyle bir oynuyor ki bu rolün ardından bir süre sonra Hollywood’a yelken açıyor (Bkz. Inglourious Basterds, Rush, Captain America: Civil War). Gerek oyunculukları gerek de hızlı kamera teknikleri ve yönetmenliğiyle, dönem eserleri sevenlerin mutlaka izlemesi gereken bir Avrupa filmi bu.


            Trajikomik anlatımı ve akıcı olay örgüsüyle filmin senaryosuna hayran kalmamak elde değil. Eser, izleyicilere hem sosyalizm ve kapitalizm arasındaki renk farkını yansıtırken hem de dağılmış ailesini elinden geldiğince toparlamaya çalışan genç bir adamın hikayesini anlatıyor. Bu anlamda film, tek bir konsepte bağlı kalarak bunun yanında irili ufaklı birçok hikayeyi de bizlere sunarak akıcı bir niteliğe bürünüyor. Bütün bunlar yaşanırken arka fonda da sürekli olarak büyülü parmaklara sahip Fransız müzisyen Yann Tiersen’in piyano ağırlıklı melodilerini duyuyoruz. Özellikle, modern bir kült haline gelen Le fabuleux destin d'Amélie Poulain (2001) filminin hayran bırakan müzikleriyle tanıdığımız Tiersen, burada da aynı etkileyiciliği sürdürüyor. O film ile çok sevdiğimiz Comptine d'un autre été: L'après-midi, yine burada da karşımıza çıkıyor. Ayrıca bir de Summer 78 başta olmak üzere, Father and Mother ve Childhood (2) gibi muazzam işler de akıllara adeta kazınıyor.


(Spoiler)

Hikaye işlenirken karakterlerin tavırlarının kökenleri ise gerçekten de çok komple bir şekilde dolduruluyor. Örneğin, filmin başını ele alalım: Baş karakterimiz Alex’in çocukluğuna tanık olduğumuz bu kısa süreç bizlere aslında onun karakteri açısından çok detay veriyor. İzlediği çizgi filme ve televizyonda gördüğü uzaya çıkan ilk Alman kozmonota özenen Alex, hayal gücü yüksek kişiliğini buna borçlu. (Ayrıca, film ilerlediğinde yeni rejimde bu kozmonotu bir taksi şoförü olarak izliyoruz). Alex, annesinin küllerini ise yine küçükken özendiği roket görünümlü havai fişek sayesinde dağıtıyor. Bu detayların yanında, Alex’in idealist annesine hiç benzememesi de yine çocukluğuna bağlanıyor: Kapitalist babasının annesini bırakması ve annesinin de psikolojisinin bozulmasından sonra rehabilitasyon ertesinde kendini -buna inat- tamamen sosyalizme vermesi, Alex’in daha özgürlükçü ve annesinden uzak bir kafada yetişmesini sağlıyor. Filmin sonunda ise annesinin büyük pişmanlığına tanık oluyoruz: Gerçek hislerinden vazgeçip hayatını sadece bir ideolojiye adadığı için pişman.


Annenin doktorunun da uyarısıyla onu hiç üzmemeleri gerektiğini anlayan Alex ve kız kardeşi ise komadan sonra annelerine -binbir türlü oyun sayesinde- hala eski Doğu Almanya’da yaşadıklarını inandırmaya çalışıyorlar. Filmin kara-komedi ögeleri ise haliyle hep bu çerçevede işlenmiş. Özellikle, kapitalizmin popüler kültür ögeleri acayip bir şekilde denk getiriliyor: Annenin doğum günündeki Coca-Cola reklamı sahnesi, kızının Burger King’de çalışması, annenin ilk defa ayağa kalkıp yürüdüğü sahnedeki IKEA reklamı ve Batı Almanya Futbol Takımı’nın 1990 Dünya Kupası şampiyonu olması gibi birçok gönderme var.


Filmi tek bir an ile özetleyecek olursak, o da yıkık Lenin heykelinin helikopter ile taşınma sahnesi olur şüphesiz. Tek kelimeyle olağanüstü bir görsellik barındırıyor. Genel olarak ise Good bye Lenin!, daha önce ifade ettiğimiz gibi, dönem filmi severlerin kaçırmaması gereken bir iş. Hatta içinde bulunduğu birçok ayrıntı ve tatlı senaryosuyla da tekrar tekrar izlenebilecek kalitede bir film. Sosyalizm ve kapitalizm arasında kalan sıra dışı bir aile var karşımızda. İzleyin!

Kaynak: 1.





Edward Norton'u Neo-Nazizm ve Irkçılığın Acı Gerçeğiyle Buluşturan Film

American History X (1998)






      
      Edward Norton, önüne gelen her büyük bütçeli senaryoya “evet” diyerek sürekli gündemde kalmaya çalışan bir aktör değil. Canlandıracağı roller konusunda oldukça seçici olan Amerikalı aktör, bu özenine paralel olarak da oynadığı birçok filmde yeteneğini adeta konuşturuyor. Aslında, bu muazzam oyunculuk yeteneği sayesinde Fight Club (1999) efsanesindeki rol arkadaşı Brad Pitt’in şu anki ününe kendisi de sahip olabilirdi. Ancak Norton, kariyeri için kendine özgü bir yol seçti. Mesela, 6 yılda 3 Wes Anderson filminde oynamasıyla da Bill Murray gibi onun kanatları altında yoluna devam ettiğini -kısmen- görebiliyoruz. Geç başladığı oyunculuk kariyerinde, ilk Oscar adaylığını aldığı Primal Fear (1996) ve Rounders (1998) ile kendini ispatlayan aktör, American History X (1998) ile birlikte de 29 yaşında o zamana kadarki kariyer zirvesine çıkmış oluyor. Özetle, Neo-Nazizm ideolojisinin etkisi altında kalan genç bir adamın hapisten çıktıktan sonra erkek kardeşi ve ailesi ile olan ilişkisini ele alan bu film, tek kelimeyle bir başyapıt.


            IMDB’nin En İyi 250 Film listesinin vazgeçilmezlerinden olan eser, gerçekten de ölmeden önce izlemeniz gereken sinema klasiklerinden biri. Bunun en önemli sebebi ise, filmin vermiş olduğu ırkçılığa karşı mesajının yanında, sahip olduğu bu derin fikri işleyiş tarzı. Film; konusu, oyunculukları, senaryosu, replikleri ve akıcı olay örgüsüyle dört dörtlük bir klasik. Bu nedenle de tekrar tekrar hiç sıkılmadan izleyebileceğiniz ve her izlediğinizde de ufkunuzu daha da genişleten bir eser. Özellikle, bu övgülerin önemli bir kısmını hak eden oyunculuklara değinmemiz gerekli: Norton, kendisine ikinci Oscar adaylığını getiren bu rolünde, gerek dövmesi ve saç tıraşıyla gerek de o acayip bakışlarıyla hafızanızdan hiç çıkmayacak bir karaktere imza atıyor. Onun yanında, Terminator 2’nun Edward Furlong’u başta olmak üzere, My Name Is Earl’ün Ethan Suplee’si ve Friends’de Monica ile Ross’un babası Elliott Gould, oldukça başarılı rollerdeler.


            (Spoiler)

            Daha çok müzik klipleri yöneten Tony Kaye’nin ilk uzun metrajlı eseri olan American History X, sanki usta bir yönetmenin elinden çıkmış gibi: Neo-Nazizm ve ırkçılığın acı gerçeğini yansıtan film, kendi içinde birçok etkileyici sahne barındırıyor. Özellikle, bu filmi izlemiş kimle konuşursanız konuşun bir süre sonra muhabbetin şu efsane kaldırım sahnesine bağlanmama ihtimali gerçekten düşük. Sahnenin odağındaki o hareket dışında ise Norton ve Furlong, bakışlarıyla öyle bir oynuyorlar ki sanki o anı yaşamışlar gibi! Bu an dışında tabii ki, gelmiş geçmiş en ırkçı basketbol sahnesi ve son dakikalardaki o malum sahne de hafızalardan kolay kolay çıkabilecek görüntüler değil. Ayrıca, akıcı bir anlatım üslubuna sahip yönetmen Kaye’nin flashback’lerde siyah-beyaz ekranı tercih etmesi ise hem izleyicinin olay örgüsünü rahat takip edebilmesini hem de filme ekstra bir sanatsallık katılmasını sağlıyor.


            Özel olarak filmde değinmek istediğimiz husus ise Norton’un canlandırdığı başkarakterimiz Derek’in kişiliğinin zaman içinde büyük bir evrim geçirmesi. Aynı zamanda hikayeyi anlatırken de filmin odağında olan bu konunun işlenişi, birbiriyle tamamen uyumlu olan birçok yapboz parçasının bir araya gelmesiyle ele alınıyor: Derek, aslında okul hayatı çok parlak olan zeki bir gençken, bir itfaiyeci olan babasının siyahiler tarafından öldürülmesiyle birlikte, sisteme karşı öfkeli birine dönüşüyor. Oturdukları bölgedeki Hitler fanatiği Cameron karakterinin, onu ve onun gibi birçok genci etkisi altına almasıyla da Derek, hayatındaki o eksik baba figürünü bu şekilde tamamlıyor. Sol göğsündeki Nazi sembolü başta olmak üzere o dönemin Almanya’sını sembolize eden irili ufaklı dövmelere ve Skinhead kültürünü ifade eden dazlak bir kafaya sahip faşist bir adama dönüşüyor. Aslında, bu karakterin, filmin başında siyahileri acımasızca ve hatta tutkulu bir şekilde öldürmesi de bu nedenle anlaşılabilir bir olay. Ancak, o hapse girdikten sonra ise her şey değişiyor.


            Bu noktada, karakterin geçirdiği olağanüstü bir evrimine tanık oluyoruz. İnandığı değerler uğruna gözünü kırpmadan “başka” ırktan insanları katledebilecek bir caniyken, hapishanede resmen hayata gözlerini yeniden açıyor: Oradaki Nazi sempatizanı arkadaş grubunun, farklı ırktan insanlarla el altından iş yapabildiğini (!) görüyor. Bunun yanında, orada bir siyahi suçluyla çamaşırhane sorumlusu olarak baş başa çalışmak zorunda kalıyor. Bu süreçte de aslında o adamın sadece bir televizyon çaldığı için tam 6 yıl süreyle cezalandırıldığını -yani yapılan adaletsizliği- görüyor. Oldukça da sempatik bir kişilik olan bu adam ile zamanla kaynaşmaları ise Derek’in bakış açısını değiştirmeye başlıyor. Bununla birlikte, malum duş sahnesi ile birlikte Derek, o Nazi grubundan cinsel saldırıya uğrayınca, bu faşist ideoloji ile olan ipleri tamamen kopuyor. Hapisten çıktığında ise artık “saçı olan” bir adama dönüşüyor ve bu metafor doğrultusunda da geçmişine sünger çekmeye karar veriyor.


            Değindiğimiz bu yapboz parçalarını bir araya gelince, Derek’in kişiliğindeki gelişime tanık olmamız sağlanıyor. Böylece karakterimiz de ırkçılığın bu acı gerçeğinin farkına varıyor. Bu gelişimin adım adım sağlanması ise kesinlikle filmin izleyicisini acayip bir şekilde tatmin ediyor. Norton’un harika oyunculuğu ise onun bu karakteri sadece canlandırmayıp adeta yaşadığına inandırıyor. Bunun dışında, filmin malum sonu ile birlikte açıklanmak istenen gerçek şu: Bazen yapılan hatadan ne kadar pişman olsak da bir noktadan sonra tam anlamıyla geri dönemeyiz. Derek’in dövmelerine ilk önce gururla, daha sonra da pişmanlıkla bakması ve filmin sonundaki malum sahne, bu düşüncenin en açık örnekleri. Ayrıca, filme adını veren dersin ödevinin sonlarına doğru değinildiği gibi, şu cümleyi unutmamalıyız: “Hayat, sürekli öfkeli olmak için çok kısa!”

Kaynak: 1.