21 Haziran 2015

Muse- "Drones"






Köklere Dönüş

Muse- "Drones"

7/10





“Alternatif rock” terimi bir ara o kadar gündemdeydi ki! 90’ların sonu 2000’lerin başında yeni çıkan grupların müziğine hemen bu sıfat takıldı, dönemin en büyük grupların adları da hep bu türle anıldı. Şimdinin “indie rock”ı gibiydi, her yerdeydi. Her şey 1997 yılında, kendilerine Radiohead ismini vermiş 5 dahi adamın, “OK Computer” adlı 3. albümlerini piyasaya sürmesiyle başladı. Bu albümle birlikte İngiltere’de modern rock müzikte yeni dönemin öncüleri olarak da Radiohead ile birlikte Coldplay, Placebo ve Muse gibi gruplar parladı. Bir nesil ise bu grupların müziğiyle büyüdü: İnternet’in bu kadar yaygın olmadığı o dönemde bu nesil, Mtv ve Dream Tv gibi kanallarda kliplerini izleyerek ve albümlerini “satın alarak” grupları takip edebildi. İşte bu nedenlerle alternatif rock’ın devlerinden Muse’un yeri de kimileri için çok ayrıdır.



Muse, 20 yıldır yayımladığı 6 albümün her birinin ayrı ayrı başarısıyla birlikte, toplumun çoğu tarafından da kabul görüldüğü üzere şu anda dünya üzerindeki en büyük faal gruplardan bir tanesi. Sadece albüm satışının 17 milyonun üzerinde olduğu için bile ya da Twilight gençliğinden tutun da  Brian May’in kendilerine hayran olmasına kadar hitap ettiği geniş kitleyi yarattığı için bile “büyük” oldukları söylenebilir. Ancak büyüklüklerinin esas sebepleri, modern müzik tarihinin dönüm noktalarından birinde başrolde olmaları ve kendilerine özgü bir müzik tarzı yaratabilme başarılarıdır. Muse, ismini aldığı ilham perisine ithafen grubun her şeyi Matt Bellamy’nin önderliğinde çıkardığı bütün albümlerinde kendi müzik türlerini yaptı. Grubun sınırları alternatif rock’ın da ötesine taşındı: Progresif ağırlıklı olarak rock opera, klasik müzik, electro-pop, dubstep ve hard rock gibi çeşitli tarzlar sentezlendi. Bellamy’nin türlü şekillere giren tenor vokaleri ile üst düzey gitar ve piyano çalma becerisinin yanında, akılda kalıcı bas yürüyüşlerinin sahibi Chris Wolstenholme ve onları davullarıyla ustaca tamamlayan Dominic Howard, Muse tarzını yarattı. Grubun bu avangart tarzının son iki albümde daha da deneyselleşmesi ise aslında kendi müziklerinin doğal bir evrimiydi; ancak “Undisclosed Desires”, “Supremacy” gibi birkaç istisna dışında ortaya çıkan işlerin çoğu, öncekileri arattı. Ayrıca meşhur sahne performansları da elektronik altyapıların fazlalığı yüzünden eski etkisine ulaşamayınca grup da bu durumdan rahatsız oldu.



Yedinci kayıtları “Drones”u 5 Haziran’da yayımlayan Muse, robotlaşmanın ve empati yoksunu sisteme karşı çıkmanın ele alındığı distopik bir konsept albümü müzikseverlere sunuyor. Ayrıca köklerine de bu albümle dönen grup, uzun bir aradan sonra gitar-bas-davul üçlüsünün en geleneksel haliyle karşımıza çıkıyor. Elektronik deneysel altyapıları minimuma indiren grup, “Origin of Symmetry” ve “Absolution” dönemlerindeki hard rock bazlı müziğe dönüyor. Albüm kapağındaki robot askerler ve onları kontrol eden süper güçler, şarkı sözlerinin de haliyle odak konusu konuyor: Baş kaldırma, sistem, savaş, güç, ölüm gibi konularla sosyo-politik göndermelerle dolu albüm. Hatta John F. Kennedy bile var. Aslında grup, bu konulara daha önce “Uprising”, “Assassin”, “Citizen Erased” gibi birçok parçada değinmişti o yüzden “Drones”daki konsept albüm fikri çok sürpriz olmadı. Bunun yanında, ortaya çıkan işler de aslında hiç fena değil. Neredeyse her parça bir hit potansiyeli taşıyor ve akılda kalıcılık anlamında da gayet başarılı besteler var; ancak belki de sorun da burada. Şarkıların hit potansiyeli taşımaması, doğrudan ilk dinleyişte vurması gerekiyor; çünkü Muse dinleyicisi gruptan ortalama parçalar dinlemeye alışkın değil. Bu adamların albümündeki her parçanın ayrı bir değeri olması gerek. Bu hissi bu albümden yakalamak pek kolay değil.



Kendilerinden beklentilerin farkında olan grup, albümü “Dead Inside” ile açıp eski dinleyicilerinde hemen “Biz geri döndük!” imajı yaratıyor. Özellikle Bellamy’nin Dave Gahan’ı andıran vokalleri ve parçanın son bölümündeki gitarlarla özlenilen ruha dönüş yapıldığını görebiliyoruz. Klibi ise Sia’nın “Elastic Heart”ına daha az benzeyebilirdi. Parçanın tek sıkıntısıysa sözleri, hatta albümün genelinde böyle bir zayıflık var: “On the outside I'm the greatest guy, now I'm dead inside” gibi sözler cidden çok basit kaçmış. Albümün başka dikkat çeken şarkısı “Psycho”da ise Matt Bellamy, 2007 yılında Wembley’deki unutulmaz konserde şarkı aralarında çaldığı riff’in tamamiyle aynısını kullanarak şaşırtıyor. Ayrıca “Your mind is just a program. And I'm the virus” gibi sözlerle de yine şarkı üzerinde ne kadar detaylıca uğraşıldığı belli. Yine de eski günlerin hatrına parça, albümün geneline göre başarılı. Sonraki şarkı “Mercy” ise adeta albümün “Starlight”ı. Klasik bir piyano introsuyla birlikte yavaşça artan tempo akıllara direk bu parçayı getiriyor. Nakaratı ile de maalesef “Starlight 2” olamamış dedirtiyor.




Albümün orta sıralarından ise “Defector” dikkatleri çekiyor. Yüksek temposuyla ve anarşizm mesajlarıyla konserlerde sıkça göreceğimize şüphe yok. Ardından gelen “Revolt” ile grup, hayranlarını eski albümlerine yolculuğa çıkarıyor. Aynı zamanda vokallerin de çok çeşitli kullanıldığı bir parça. Ancak albümün bütün olayının en sonunda olduğunu dinleyince fark edince rahatlıyoruz. Hatta albümdeki parçaların yerleri tersten dizilseydi çok daha heyecan verici olurmuş: Sondan ikinci parça “The Globalist”, 10 dakika 7 saniye ile Muse’un kariyeri boyunca kaydettiği en uzun parça oluyor. İşin ilginç tarafı da bunun farkına varamıyorsunuz. Parça o kadar akıcı bir yapıda ki, bütün parçaları tamamlanmış bir yapboz gibi. Gerçekten albümün en iyi işi, defalarca dinleyebilirsiniz. Düzenleme açısından zaten diğer parçalara fark bile attığı söylenebilir. Hatta albümün şarkı sözleri ile birlikte en büyük eksisi de bu: Açıkça bir özensizlik var. Aslında “Drones”, bütünüyle gayet ortalamanın üstünde bir albüm, hatta etikette Muse değil de tanınmamış başka bir grubun ismi yazılmış olsaydı çok fazla övülmeyi hak eden bir kayıt. Konseptin bütünlüğü de ayrıca çok başarılı. Ancak yine de söz konusu Muse olunca beklentiler de haliyle tavan yapıyor; çünkü grubun yeteneğinin ve potansiyelinin herkes farkında. En azından köklerine dönüş yapıyor olması bile birçok hayranı için albümü sevmek için yeterli bir sebep. Her şeye rağmen albüme bütünüyle bakıldığında, geride bıraktıklarıyla gelecek için bizleri heyecanlandırıyor.






9 Haziran 2015






Banjosuz Tatsız Tuzsuz

Mumford & Sons- "Wilder Mind"

6/10





      Banjo! Popüler müziğin fazlasıyla tekdüzeleştiği günümüzde, bu Afrika kökenli telli çalgıya rastlamak kolay olmuyor. Ancak şimdilerde folk rock tadıyla enstrümana radyolarda denk gelebilmek kadar doğal bir şey yok. Ya da bunun sayesinde dünyadaki en önemli festivallerden Glastonbury'de kapanış konserini verebilmek ve hatta Grammy'de "En İyi Albüm" ödülünü kazanmak bile mümkün. Böylece rock müzikte enstrüman çeşitliliğinin artması ile dinleyiciye farklı bir şey sunulması ve tabii ki muhteşem şarkı yazarlığının da etkisiyle başarının geleceği kaçınılmaz. Bütün bunları gerçekleştirenler ise tek bir isim: Mumford & Sons.



            Genç yaşta üne kavuşan İngiliz folk şarkıcısı Laura Marling, ilk albümlerini erkek arkadaşıyla ve grubuyla birlikte kendi solo ismi adı altında art arda çıkarıyordu. İşte aslında başarılı sanatçının erkek arkadaşı Marcus Mumford, grubu da Mumford & Sons'dı. (İsim grubun bir aile işi olarak görülmesi istendiğine ithafen konulmuş.) Grup, Marling'den ayrılıp 2009 yılında ilk albümleri "Sigh No More"u yayımladığında ise büyük başarı elde etti: Modern rock müziğini banjo, mandolin, kontrbas ve akordiyon gibi birçok geleneksel enstrümanla birleştirip bildiğimiz folk rock'ın sınırlarını derinleştirerek birçok hit parça çıkardı. Özellikle "Little LionMan", "The Cave" ve "White Blank Page" gibi hitler çok başarılı oldu. Ayrıca albüm, 2011 yılının Brit Ödülleri'nde The xx'in meşhur ilk albümünü geçerek "Yılın Albümü" ödülünü de aldı. 3 yılın ardından grubun lideri Marcus Mumford ile ünlü aktris Carey Mulligan evlendikten sonra ikinci kayıtları "Babel"i piyasaya süren grup, bu albümle çıtayı daha da artırdı ve kariyerinin zirvesine ulaştı, Grammy'yi de bu albümle evlerine götürdü. Müzik tarzlarını korudukları ve hatta popüler müziğe daha yakın parçalar çıkardıkları "Babel"de grubun en büyük hiti olarak görülen "I Will Wait"in yanı sıra "Lovers of the Light" ve "Babel" gibi şarkılar da akıllara kazındı. Bu iki albümde de grubun müziğinde fark yaratan faktörler ise öncelikle Marcus Mumford'un yeri geldiğinde bağırmalarıyla  duygu yüklü vokalleri ve şarkı yazarlığı. Zaten albümlerdeki parçaların yapısı çoğunlukla aynı (akustik gitar ve banjo kullanımı yoğunluğu gibi) ancak grup, öyle besteler çıkartıyor ki bu benzerlikler müziği monotonlaştırmıyordu.




            Bu yılın mayıs ayında üçüncü albümleri "Wilder Mind"i çıkaran Mumford & Sons, yukarıda belirttiğimiz bütün sıfatlarını kaybedecek bir şekilde tamamen bambaşka yollara sapmaya karar vermiş gözüküyor. İlk iki albümün prodüktörü olan ve aynı zamanda Arcade Fire ile yaptığı albümlerle bilinen Markus Dravs ile yola devam etmek yerine bu albümde ünlü prodüktör James Ford ile çalışılmış. Ford ise Arctic Monkeys'in "Whatever..." dışında bütün altına imza atmış bir isim ve bunun yanı sıra da The Last Shadow Puppets'ın üçüncü üyesi. Ancak grubun müziğindeki tek değişim sadece prodüktörden ibaret değil: Banjo artık yok! "Babel" albümünün turunda grubun gitaristi-banjoisti Winston Marshall, bir soundcheck sırasında eline tesadüfen elektro gitarı almış ve grup bir süre bu şekilde çalıştıktan sonra bu "doğal" değişimi albümlerine de taşımaya karar vermişler. Yani hikaye bu kadar basit. Grup, kendini üne kavuşturan, hatta yenilikçi bir hale getiren banjo enstrümanından bu kadar kolay vazgeçiyor. Aynı zamanda da Marcus Mumford da davullara daha fazla ağırlık vermeye başlıyor. Sonucunda da hem prodüktör hem de enstrüman değişiklikleri ile birlikte "Wilder Mind"de dinlediğimiz şey Mumford & Sons'un ilk iki albümüne kıyasla onlardan tamamiyle farklı. Ancak bu farklılık ne yazık ki iyi anlamda değil.



            Albümün öne çıkan parçalarından ise ilk single "Believe", bildiğimiz Marcus Mumford haykırışlarını ve temposunu giderek artırmasıyla grubun alışık olduğumuz eserlerine benziyor. Kendini keyifle dinlettiren parça, "Wilder Mind"ın açık ara en iyi parçası olarak da görülebilir. Bunun dışında albümün ilk parçası "Tompkins Square Park" da ortaya çıkan en iyi işlerden biri. Özellikle şarkı sözleri ve sonundaki gitarlar parçanın geneline göre çok daha dikkat çekiyor. Yayımlanan ikinci single "The Wolf" ise albümün diğer bir gitar parçası. Yüksek temposuyla Kings of Leon'un son dönemdeki işlerine oldukça benziyor. Bunların dışında "Snake Eyes" da özellikle ikinci yarısındaki ritmiyle dinleyiciyi kendine bağlıyor. "Ditmas" ve "Only Love" ise akılda kalan diğer parçalar oluyorlar.




             Grup, resmen Marcus'un vokallerde olduğu "ortalama" bir alternatif rock- pop rock grubuna dönüşmüş. Üstelik ortaya çıkan parçalar da eski işlerdeki etkileyicilikten fazlasıyla uzak. Albümde tekrar dinlemek istenebilen en fazla 3-4 şarkı var. Bu anlamda hayal kırıklığı sadece grubun müzik türünde olmuyor aynı zamanda parça kalitelerinde de yaşanıyor. Sonuçta tarihteki ilk tarz değiştiren müzik grubu değil "Mumford & Sons". Büyük müzik gruplarının çoğunun kendi içlerinde türlerinin zamanla evrildiği çok kolay görülebilir, çeşitli tarzlarda kaliteli müzik yapabilmek onları daha da değerli hale getirir (The Beatles, Pink Floyd, Radiohead vb.). Ancak bu albüm ve grubun değişimi tek kelimeyle bir hayal kırıklığı; çünkü yılın en iyi albümü Grammy'si kazanmış bir gruptan artık basit işler beklenemez. (Beck'in sonraki albümünün de ortalama olma lüksü olmaması gibi.) Tabii ki dünyaca ünlü Pitchfork dergisinin grubu yerin dibine batırdığı yazısındaki gibi 10'da 2'lik bir albüm değil "Wilder Mind", yalnızca grupta bu kadar değişimin bir arada yaşanması ve parçaların çoğunun da eskilerin etkisini yaratmaması albümün değerini "ortalama" hale getiriyor. Aslında grubun geleceği için de tam bir geçiş albümü olduğundan "Mumford & Sons bitti" şeklinde bir değerlendirme kesinlikle yanlış olacaktır. Yine de "Babel"den bu yana sadece 3 yıl geçmesine rağmen Winston Marshall'ın "f*** the banjo. I f***ing hate the banjo." gibi bu kadar net açıklamalar yapması, eski Mumford'u maalesef uzun bir süre göremeyeceğimiz anlamına geliyor.