9 Haziran 2015






Banjosuz Tatsız Tuzsuz

Mumford & Sons- "Wilder Mind"

6/10





      Banjo! Popüler müziğin fazlasıyla tekdüzeleştiği günümüzde, bu Afrika kökenli telli çalgıya rastlamak kolay olmuyor. Ancak şimdilerde folk rock tadıyla enstrümana radyolarda denk gelebilmek kadar doğal bir şey yok. Ya da bunun sayesinde dünyadaki en önemli festivallerden Glastonbury'de kapanış konserini verebilmek ve hatta Grammy'de "En İyi Albüm" ödülünü kazanmak bile mümkün. Böylece rock müzikte enstrüman çeşitliliğinin artması ile dinleyiciye farklı bir şey sunulması ve tabii ki muhteşem şarkı yazarlığının da etkisiyle başarının geleceği kaçınılmaz. Bütün bunları gerçekleştirenler ise tek bir isim: Mumford & Sons.



            Genç yaşta üne kavuşan İngiliz folk şarkıcısı Laura Marling, ilk albümlerini erkek arkadaşıyla ve grubuyla birlikte kendi solo ismi adı altında art arda çıkarıyordu. İşte aslında başarılı sanatçının erkek arkadaşı Marcus Mumford, grubu da Mumford & Sons'dı. (İsim grubun bir aile işi olarak görülmesi istendiğine ithafen konulmuş.) Grup, Marling'den ayrılıp 2009 yılında ilk albümleri "Sigh No More"u yayımladığında ise büyük başarı elde etti: Modern rock müziğini banjo, mandolin, kontrbas ve akordiyon gibi birçok geleneksel enstrümanla birleştirip bildiğimiz folk rock'ın sınırlarını derinleştirerek birçok hit parça çıkardı. Özellikle "Little LionMan", "The Cave" ve "White Blank Page" gibi hitler çok başarılı oldu. Ayrıca albüm, 2011 yılının Brit Ödülleri'nde The xx'in meşhur ilk albümünü geçerek "Yılın Albümü" ödülünü de aldı. 3 yılın ardından grubun lideri Marcus Mumford ile ünlü aktris Carey Mulligan evlendikten sonra ikinci kayıtları "Babel"i piyasaya süren grup, bu albümle çıtayı daha da artırdı ve kariyerinin zirvesine ulaştı, Grammy'yi de bu albümle evlerine götürdü. Müzik tarzlarını korudukları ve hatta popüler müziğe daha yakın parçalar çıkardıkları "Babel"de grubun en büyük hiti olarak görülen "I Will Wait"in yanı sıra "Lovers of the Light" ve "Babel" gibi şarkılar da akıllara kazındı. Bu iki albümde de grubun müziğinde fark yaratan faktörler ise öncelikle Marcus Mumford'un yeri geldiğinde bağırmalarıyla  duygu yüklü vokalleri ve şarkı yazarlığı. Zaten albümlerdeki parçaların yapısı çoğunlukla aynı (akustik gitar ve banjo kullanımı yoğunluğu gibi) ancak grup, öyle besteler çıkartıyor ki bu benzerlikler müziği monotonlaştırmıyordu.




            Bu yılın mayıs ayında üçüncü albümleri "Wilder Mind"i çıkaran Mumford & Sons, yukarıda belirttiğimiz bütün sıfatlarını kaybedecek bir şekilde tamamen bambaşka yollara sapmaya karar vermiş gözüküyor. İlk iki albümün prodüktörü olan ve aynı zamanda Arcade Fire ile yaptığı albümlerle bilinen Markus Dravs ile yola devam etmek yerine bu albümde ünlü prodüktör James Ford ile çalışılmış. Ford ise Arctic Monkeys'in "Whatever..." dışında bütün altına imza atmış bir isim ve bunun yanı sıra da The Last Shadow Puppets'ın üçüncü üyesi. Ancak grubun müziğindeki tek değişim sadece prodüktörden ibaret değil: Banjo artık yok! "Babel" albümünün turunda grubun gitaristi-banjoisti Winston Marshall, bir soundcheck sırasında eline tesadüfen elektro gitarı almış ve grup bir süre bu şekilde çalıştıktan sonra bu "doğal" değişimi albümlerine de taşımaya karar vermişler. Yani hikaye bu kadar basit. Grup, kendini üne kavuşturan, hatta yenilikçi bir hale getiren banjo enstrümanından bu kadar kolay vazgeçiyor. Aynı zamanda da Marcus Mumford da davullara daha fazla ağırlık vermeye başlıyor. Sonucunda da hem prodüktör hem de enstrüman değişiklikleri ile birlikte "Wilder Mind"de dinlediğimiz şey Mumford & Sons'un ilk iki albümüne kıyasla onlardan tamamiyle farklı. Ancak bu farklılık ne yazık ki iyi anlamda değil.



            Albümün öne çıkan parçalarından ise ilk single "Believe", bildiğimiz Marcus Mumford haykırışlarını ve temposunu giderek artırmasıyla grubun alışık olduğumuz eserlerine benziyor. Kendini keyifle dinlettiren parça, "Wilder Mind"ın açık ara en iyi parçası olarak da görülebilir. Bunun dışında albümün ilk parçası "Tompkins Square Park" da ortaya çıkan en iyi işlerden biri. Özellikle şarkı sözleri ve sonundaki gitarlar parçanın geneline göre çok daha dikkat çekiyor. Yayımlanan ikinci single "The Wolf" ise albümün diğer bir gitar parçası. Yüksek temposuyla Kings of Leon'un son dönemdeki işlerine oldukça benziyor. Bunların dışında "Snake Eyes" da özellikle ikinci yarısındaki ritmiyle dinleyiciyi kendine bağlıyor. "Ditmas" ve "Only Love" ise akılda kalan diğer parçalar oluyorlar.




             Grup, resmen Marcus'un vokallerde olduğu "ortalama" bir alternatif rock- pop rock grubuna dönüşmüş. Üstelik ortaya çıkan parçalar da eski işlerdeki etkileyicilikten fazlasıyla uzak. Albümde tekrar dinlemek istenebilen en fazla 3-4 şarkı var. Bu anlamda hayal kırıklığı sadece grubun müzik türünde olmuyor aynı zamanda parça kalitelerinde de yaşanıyor. Sonuçta tarihteki ilk tarz değiştiren müzik grubu değil "Mumford & Sons". Büyük müzik gruplarının çoğunun kendi içlerinde türlerinin zamanla evrildiği çok kolay görülebilir, çeşitli tarzlarda kaliteli müzik yapabilmek onları daha da değerli hale getirir (The Beatles, Pink Floyd, Radiohead vb.). Ancak bu albüm ve grubun değişimi tek kelimeyle bir hayal kırıklığı; çünkü yılın en iyi albümü Grammy'si kazanmış bir gruptan artık basit işler beklenemez. (Beck'in sonraki albümünün de ortalama olma lüksü olmaması gibi.) Tabii ki dünyaca ünlü Pitchfork dergisinin grubu yerin dibine batırdığı yazısındaki gibi 10'da 2'lik bir albüm değil "Wilder Mind", yalnızca grupta bu kadar değişimin bir arada yaşanması ve parçaların çoğunun da eskilerin etkisini yaratmaması albümün değerini "ortalama" hale getiriyor. Aslında grubun geleceği için de tam bir geçiş albümü olduğundan "Mumford & Sons bitti" şeklinde bir değerlendirme kesinlikle yanlış olacaktır. Yine de "Babel"den bu yana sadece 3 yıl geçmesine rağmen Winston Marshall'ın "f*** the banjo. I f***ing hate the banjo." gibi bu kadar net açıklamalar yapması, eski Mumford'u maalesef uzun bir süre göremeyeceğimiz anlamına geliyor.