23 Mayıs 2018





Westworld ve Müzik Arasındaki Özel Bağı Oluşturan Albüm

Ramin Djawadi- Season 1 Soundtrack

9/10



      
      HBO kanalının 2016’da hayatımıza soktuğu Westworld; dram, gizem, bilimkurgu, western ve felsefe barındıran harmanıyla ilk sezonunda fark yaratan bir dizi oldu. Game of Thrones’un evi olan kanalı da IMDB’ye göre 100 milyon “Dolores” bütçeli yeni bir mega diziyle daha kendisini ispatlamış oldu. Dizinin yaratıcıları, Christopher Nolan’ın küçük kardeşi olan Jonathan Nolan ve onun eşi Lisa Joy. Hatta bu ikili, Nolan’ların kült yapımı Memento (2000) filminin galasında tanışmış. Bu muazzam ilişki sonucunda da ortaya oyunculukta hocaların hocası olan üstatlar Anthony Hopkins ve Ed Harris’in dümeninde olduğu dopdolu bir eser çıktı. Westworld (1973) filminin uyarlaması olan dizi, 1. sezonundaki ilk saniyesinden son anında olanlara kadar devasa bir puzzle’ı andırdı. Her bölümde parçalar biraz daha yerine otururken, izleyici de bu yapbozu birbirinden değerli piyano eserleri eşliğinde çözdü.



            (Spoiler) Westworld, müziği sadece doğru kullanmakla kalmıyor; bu parçaları hikayenin özüne monte edip onları anlamlandırarak izleyiciyi yakalıyor. Alman besteci Ramin Djawadi, ikonikleşen Game of Thrones müziklerinden sonra burada da harikalar yaratıyor: Jenerik müziği ve videosundan tutun, dizide önemli bir yer kaplayan salondaki otomatik piyanoya kadar müzik, dizide önemli bir yer kaplıyor. Hatta ilk sezonun ağızları açık bırakan sahnelerinden Robert Ford’un yani Hopkins’in son konuşması ise hikayenin mesajını bizlere tamamen müzik ile anlatıyor: “An old friend once told me something that gave me great comfort. Something he read. He said Mozart, Beethoven and Chopin never died. They simply became music.”. İşte Ford’un amacı da orada aslında bir nevi müziğe dönüşmekti ve bunu da kendi anlayışına göre başarıyor.


            YouTube Türkiye’nin en değerli isimlerinden Barış Özcan’ın şu harika videosunda da değindiği üzere Maeve (Thandie Newton), çalan her piyano eserinden sonra düşünsel bir loop’a giriyor. Bu birkaç defa tekrarlandıktan sonra ise karakterimiz, otomatik piyanoyu kapatıyor ve bu döngüyü de kırıyor. Bunun en büyük sebebi ise yaşadığı zihinsel farkındalığın, onu artık otomatik bir piyano değil; bir piyanist haline getirmesi gerektiğini ifade ediyor. Piyanist olmak, dizide çok önemli; çünkü o dünyanın yaratıcısı olan Robert Ford, piyanoyu gerçekten çalabilen tek kişi. Yani bütün ipler onun elinde. Piyano-piyanist kavramları böyle bir metaforu simgelerken, yukarıda değindiğimiz müziğe dönüşmek kavramı ise aslında piyanist olmanın da bir adım ötesini ifade ediyor.


            Mariposa Salonu ve Oteli’nde diziye eşlik eden piyano parçalarının çoğunluğu birer cover. IMDB’ye göre, Jonathan Nolan, dizinin orijinal müziklerine de imza atan Ramin Djawadi’ye bu fikri kendi önermiş. Bu sayede, insanlara o yerin bir tema parkı olduğunu hatırlatıp her şeyin bir senaryo olduğunu vurgulamak istemiş. Seçilen şarkıların ise hepsini yine Nolan belirlemiş. Bu parçaların içinde, şu anki günümüzde de klasikleşmiş sayılan eserler mevcut: Gelmiş geçmiş en baba gruplardan The Rolling Stones klasiği Paint It, Black, efsane grunge grubu Soundgarden’dan Black Hole Sun ve 60’lara damga vuran topluluklardan The Animals hiti House of the Rising Sun burada. Ayrıca, gothic post-punk tanrıları The Cure’un A Forest’i gibi çok da ön planda olmayan bir eseri de var. Bu parça ve Maeve ile ilgili şöyle bir teoriye de göz atabilirsiniz. Ayrıca endüstriyel rock ilahı Nine Inch Nails’dan Something I Can Never Have de bu klasiklerden biri.


            Söz konusu klasiklerin Dwajadi eli değmiş piyano cover’ları, hem sade yapıları hem de başarılı düzenlemeleriyle birlikte, izlediğimiz sahnelere adeta imza atıyorlar. Hatta şu site gibi birçok yer de dizinin başarısını doğrudan müzik ile bağdaşlaştırıyor. Bu klasik parçaların yanında, günümüz alternatif müziğini simgeleyen eserler de aynı derecede önemli: İlk olarak, 2011’de aramızdan ayrılan Amy Winehouse’un ölümsüz hitlerinden Back to Black’e rastlıyoruz. Bu notaları işitince yoğun bir hisse kapılmamanız elde değil. Esas olarak ise, diğer modern hitler hakkında özetle şunu söyleyebiliriz: Jonathan Nolan, bilinen en büyük Radiohead hayranlarından biri.


            1985’ten beri insanlığın hayatını (üzerek) güzelleştiren topluluk, gelmiş geçmiş en önemli rock gruplarından biri (Bkz. Şu Umut Sarıkaya güzelliği). Grubun tam 4 hiti, dizinin önemli birer anını temsil ediyor: No SurprisesMotion Picture Soundtrack (Vitamin String Quartet yaylı grubu cover’ı), Fake Plastic Trees ve tüyleri diken diken eden yorumuyla Exit Music (For A Film) burada. Esasen, Nolan’ın Radiohead’i diziyle bu kadar bütünleştirmesi ise gerçekten anlaşılabilir bir durum. Bunun en büyük sebebi ise, dizinin gelecek bir zaman diliminde geçmesi. Radiohead’in de o gelecek için örneğin bir The Beatles kadar klasikleşmiş olacağını düşündüğümüzde, bu tema parkı için daha mantıklı bir topluluk ismi aklımıza gelmiyor bile. Grubun bu hitlerinin piyano versiyonları ve dizi arasındaki bu bağ, tek kelimeyle eşsiz.


            Bu kadar piyano eserine değinmişken, dizinin muhteşem jeneriğine eşlik eden Main Title Theme ve o dünyaya girdiğimizde arka planda muhakkak çalan Sweetwater melodilerini de unutamayız. Gözlerimizi kapatıp bu iki eseri dinlediğimizde bizi anında o kovboy bilimkurgusuna sokan parçalar bunlar. Genel olarak ise 1. sezon soundtrack albümü, Dwajadi’nin ustalık eserlerinden biri olmayı hak edecek kadar değerli bir kayıt. Piyanonun büyülü tuşlarının yol gösterdiği bu parçaların albümü, hiç şüphesiz dizinin en özel değerlerinden biri!

Kaynak: 1.





Retroya Aşık Bir Albüm

Arctic Monkeys- Tranquility Base Hotel and Casino

8/10




     
       Arctic Monkeys, 2002 yılından beri yayımladıkları 5 albümle alternatif müzik dinleyicilerinin en çok değer verdiği topluluklardan biri. Bu İngiliz dörtlü, şurada incelediğimiz muazzam ilk kayıtlarından tutun, daha sonra birçok “modern klasik” albüme ve şarkıya imza attı. En son da artık grup, AM (2013) gibi bir başyapıtı yayımlayınca birden bütün dünya bağrına bastı. Aslında işin övgüsünü genelde vokal / gitar Alex Turner aldı: Gruptaki baş şarkı yazarlığının yanı sıra, imajı ve özel hayatıyla da 21. yüzyılda nesilleri tükenme noktasına gelen rock yıldızlığı türünün nadir örneklerinden biri oldu. Grubun bu kadar el üstünde tutulmasının bir sebebi ise her albümlerinde yeni bir sound denizine başarılı bir şekilde yelken açmalarıydı. 2018 yılında ise topluluk, kendisinden beklendiği gibi bu özelliğini sürdürmeye devam ediyor.



Tranquility Base Hotel & Casino isimli albüm ile verdikleri ufak aradan sonra sahalara geri dönen grup, tıpkı her bir kaydında yaptığı üzere burada da kendini yeniliyor. Dörtlü, ilk albümlerinde buram buram Sheffield aksanlı ve yüksek tempolu post-punk revival / garage rock sergilemişti. Daha sonra Josh Homme ile takılırken grup, Amerikan sound’una yöneldi ve önce stoner rock’a yakın, daha sonra da psychedelic indie rock tarzlı işlere imza attı. Daha sonra da 2013 yılı ise malum: Ekşi’de sayfalarca ele alınan Nothing Else Matters Metallica'cısı ile benzer Do I Wanna Know? Arctic Monkeys’cisi gibi bir tanımlama çıkacak kadar ana akıma taşındılar. Bunlar yaşanırken de Alex Turner, The Last Shadow Puppets yan projesiyle de daha da farklı alanlarda kendini kanıtladı. Özetle değişim, onları hem daha diri hem daha başarılı kıldı; 6. albümlerinde de Turner'ın yeni top sakalına ve buna hazırlıklı olmalısınız!


Bu albümdeki evrim ise grubun önceki geçişlerine göre daha derin: Hatta bu kayıt, şuradan göz atabileceğiniz üzere neredeyse Turner’ın solo albümü oluyormuş. Ancak grup, kolay yolu yani parayı takip edip herhangi bir AM 2 yapmak istemediklerine karar vermişler. Yaşadıkları değişimin ise en büyük sonucu, grubun neredeyse en önemli kozlarından biri olan “riff bazlı gitar şarkıları” dozunun kısılması. Rakamlarla konuşalım: Gitaristimiz Jamie Cook, sadece 6 parçada görevini üstleniyor. Ayrıca enerjik davulcu Matt Helders da neredeyse albümde yok gibi. Ondan alıştığımız davul atakları, yerini daha düşük tempolu ve neredeyse her parçada piyano ile senkronize bir davula bırakıyor. Genel açıdan ise enstrümantal yönden albüm, grubun standartlarında pek tatmin edici değil.


Monkeys’in söz konusu değişimi, genel olarak tek bir temaya bağlı: Retro. Albümü dinlerken grubun ismini bilemeseniz (sözleri hariç) kaydın 60’lı ya da 70’lı yıllardan çıktığını iddia edebilirsiniz. Turner ise bu dönemlere sevgisini, yaptığı cover’larla dile getirmişti: Leonard Cohen’den Is This What You Wanted ve David Bowie’den Moonage Daydream’ini Puppets ile yorumlamıştı. Bu albüm ise, sound olarak organ piyanoları ve aranjmanlarıyla “Ben klasik bir David Bowie albümüyüm!” diyor. Ayrıca, şarkı sözleri ile ise kayıt, uzun ve az kafiyeli sözleri ile “hikaye anlatıcılığı” yapan Leonard Cohen eserlerine acayip benziyor. Hatta yeni isimlerden Father John Misty’e de benzetebiliriz. Bu nedenle de şarkı sözleri gerçekten ustaca bir kalemle yazılmış. Aslında Turner, lirik yazarlığı konusunda kendisini daha ilk albümlerinden ispatlamıştı; ancak burada özellikle bilimkurgu, popüler kültür, internet ve politika eleştirileri inanılmaz şiirsel.


Albümün açılışını yapan Star Treatment, kaydın en önemli özelliği olan sözleriyle sizi daha ilk saniyeden vuruyor: “I just wanted to be one of The Strokes.” ile sarsılarak dinlemeye başlıyorsunuz. Sonrasında, “So who you gonna call? The martini police.” nakaratıyla ve özellikle de “What do you mean you've never seen Blade Runner?” dizesi ile Turner, daha önce bahsettiği “1984, 2019”a yani George Orwell ve Blade Runner distopyalarına gönderme yapıyor. Beste açısından şarkı ise sonlara doğru adım adım psychedelic bir Tame Impala eserine dönüşebiliyor. Bütün parça boyunca bizi takip eden o “hip-hop beat’i tarzı bas ve gitar riffi”ni ise albümün genelinde de dinliyoruz. Grubun AM (2013) ile oluşturduğu bu tarz ile beraber, bir The Last Shadow Puppets ya da Submarine’deki Alex Turner solo kaydı değil de bir Arctic Monkeys albümü dinlediğinizi anımsıyorsunuz.


Kayda adını veren Tranquility Base Hotel & Casino parçası ise özellikle bu sözünü ettiğimiz baslarıyla çok akılda kalıcı bir eser oluyor. Ayrıca şarkıdaki klavyeler de değindiğimiz üzere acayip bir şekilde geçmişi anımsatıyor: Şarkı resmen bir David Bowie parçası! “Jesus in the day spa filling out the information form. Mama got her hair done.” sözleriyle açılan parça, “Kiss me underneath the moon's side boob.” gibi şarkı yazarlığının çıtasını yok edebilecek dizelerle de çok etkileyici. Ancak Turner’ın Bowie tarzı vokalleri ve altyapıları ise şarkının en çok dikkat çeken özelliği. Bununla beraber, Science Fiction da yine grubun o retro havasının en çok yakıştığı parçalardan biri oluyor. Organ piyanosuyla akılda rahatlıkla kalıyor şarkı. Hatta Bowie’nin huzur içinde uyuduğunu bile söyleyebiliriz.

Four Out of Five, belki de grubun 2013’teki başyapıtına yakın bir tarzda olduğundan olsa gerek, bu kaydın da en değerli işlerinden biri oluyor. Şarkı, özellikle içindeki katmanlı yapıyla sizi şaşırtmasını biliyor: Eser, sonlara doğru esas riff’ten çıkıp başka bir şarkıya evriliyor ancak en son saniyesinde de o riff’e dönüp bütünlüğü harika sağlıyor. Bu albümün yayımlanmasından önce herhangi bir single çıkarmayan grup, sadece şu teaser'ı yayımlamıştı. Bu parça ise orada ufak da olsa orada yer alma şansını bulmuştu. Özellikle gitarlarını dinleyicinin akıllarına kazıyan şarkı, albümün de enstrümantal açıdan zirvelerinden biri. Bunun yanında, piyanolarıyla dikkat çeken American Sports da ayrı bir güzellik.


Sözleriyle ön plana çıkan başka bir eser olan She Looks Like Fun ise tamamen Turner’ın kız arkadaşı Taylor Bagley’i anlatıyor. Kendisine şu Instagram hesabından göz atabileceğiniz Bagley’nin snowboard ve hamburger sevmesi gibi kişisel zevklerine şarkı dizelerinde rastlıyoruz. Ayrıca grubun gitaristi Jamie Cook da akılda kalıcı tek solosunu burada sergiliyor. Ayrıca Batphone’da da Tuner yine iğneleyici sözleriyle internet alemine sallıyor. Ayrıca sanatçı, bu parçadaki enstrümanların yüzde 80’ini kendi başına çalmış. Hatta The Ultracheese ise şarkıcının Submarine (2011) günlerini hatırlatmıyor değil. Her anlamda ise albüm, genel olarak Tuner’ın kişisel bir geçmişe özlem çalışması gibi. Genel açıdan, albümün adında da olan o dinginlik / sakinlik, şarkıların geneline hakim, bu açıdan çok olgun bir kayıt bu. Ayrıca retroya da tam anlamıyla da aşık bir eser. Yine de grubun zirvesindeki o kaliteye enstrümantal açıdan sahip değil gibi. Ancak, zaman içinde daha fazla sevileceği kesin olan bir albüm bu!


Kaynak: 1.





James Franco ve Ailesinin Kara Mizahta Muazzamlaştığı Film

The Disaster Artist

8,5/10





       
     2003 yapımı The Room filmini hatırlıyorsanız, bu yazıyı okurken yüzünüzde bir gülümseme var demektir. Hatırlamıyorsanız da şöyle özetleyelim: IMDB puanı an itibariyle 3.6 olan, Tommy Wiseau’nun yazıp yönetip oynadığı kült “romantik dram” filmi. Ancak bildiğiniz gibi bir efsanelik değil bu; özellikle Amerika’daki yerel sinemalarda gece seanslarına konan ve hala vizyonda olan efsaneleşmiş bir “komedi” filmi olarak kült. Wiseau, zamanında Polonya’dan Amerikan rüyasını gerçekleştirmek için göçmüş ve daha önce emlakçılıktan kazandığı parayı ünlü olmak için Hollywood’a savurmuş amatör bir aktör. Ancak kendisinin Avrupalı konuşma tarzına “Bu, New Orleans aksanı!” cevabı vermesi, gerçek yaşını hiç söylememesi ve kendini abartı derecede ciddiye alması gibi ilginçlikleriyle tam anlamıyla cins bir karakter. Ancak The Disaster Artist (2017) ile onu sevmemek elde değil!


            Yetenekli aktör James Franco’nun tıpkı Wiseau gibi yönettiği ve oynadığı 2017’nin en başarılı eserlerinden olan bu film, bizlere bu efsane yapımın çekilme aşamasını anlatıyor. Bu arada hemen söyleyelim: The Room, gerçekten de “enteresan” bir şekilde kendini sonuna kadar izleten amatör bir film. The Disaster Artist’i izlemediyseniz, esprilerin yüzde 80’ini anlamak için öncesinde mutlaka The Room’u izleyin. Bu efsanenin bir dram filminden komediye geçiş sürecini ise Franco, bizlere tek kelimeyle dahiyane bir anlatımla sunuyor. Üstelik başarılı oyuncu, film çekimleri boyunca karakterden çıkmamış; yani bütün oyuncu ve set ekibine Wiseau’nun gözlükleri ve aksanıyla direktif vermiş.


            The Disaster Artist’in en önemli rolleri için resmen “yabancıya gitmesin” denilmiş. Ekip, oyuncu kadrosuyla tam bir aile: Başkarakterler James Franco ve kardeşi ünlü aktör Dave Franco’ya ait. İşin ilginç tarafı ise iki aktör de yıllardır piyasada olmasına rağmen ilk defa burada birlikte rol alıyorlar. Aile bu kadarla sınırlı değil: Dave Franco’nun filmdeki kız arkadaşını ise onun gerçek hayattaki eşi olan ünlü aktris Alison Brie oynuyor. Ayrıca Franco kardeşlerin diğer üyesi Tom Franco ise ufak da olsa Karl rolünü canlandırıyor. Üstelik bir de James Franco’nun Freaks and Geeks (1999) efsanesinden beri en büyük dostu olan ve beraber birçok bromance filmine imza attığı Seth Rogen da var. En güzeli de, bu aile ortamı, bizlere o kadar sıcak bir kara mizah örneği sunuyor ki, filmin ne ara bittiğini anlamıyorsunuz bile!


            (Spoiler) James Franco, Tommy Wiseau’yu gerçekten çok etkili bir şekilde canlandırıyor: Wiseau’nun The Room’daki o garip mimikleri, hareketleri, konuşma şekli, hatta ses tonu bile resmen aynısı olmuş. 20 saniyelik de olsa merak edenler şu Jimmy Kimmel videosunun başına göz atabilir. Ayrıca çatı sahnesinde Franco, Wiseau’nun bastırarak “ha ha ha” şeklindeki gülmesini bile olağanüstü yapıyor. Jimmy Fallon videosunda taklidini ve burada da iki filmin benzerliklerini izleyebilirsiniz. Aslında, Dave Franco’nun filmde canlandırdığı Greg Sestero, The Room hakkındaki The Disaster Artist kitabını yazmış. Kitap temel alınarak da senaryo yazılmış. Senaryoyu yazan Scott Neustadter ve Michael H. Weber ikilisini ise (500) Days of Summer (2009) güzelliğinden tanıyoruz. Bu ikili, The Disaster Artist ile de beklenildiği üzere Oscar’da En İyi Uyarlama Senaryo adaylığına layık görüldü. James Franco da Altın Küre’de Komedi / Müzikal Dalında En İyi Aktör Ödülü’nü evine götürdü.


            Franco’nun ödüllü performansı dışındaki oyunculuklar da gayet başarılı. Özellikle kardeşi Dave’in filmin ilk gösterim sahnesinde ona yaptığı konuşma akıllara adeta kazınıyor. Bu ilham verici sahneden sonra özellikle ikilinin çatıdaki “parmaklı” diyalogları da gülümseten başka bir sahne. Seth Rogen ise bildiğiniz gibi: Her zamanki samimiyetiyle filmin etkili oyunculuklarından birini sergiliyor. Ancak Rogen’in Neighbors filmlerinde de yan yana rol aldığı ünlü aktör Zac Efron, Chris-R sahnesinde gerçekten de döktürmüş. Kısa bir bölüm olsa da resmen kahkaha atmamak elde değil.


Filmin komediyi böyle ince ince dokuması ise James Franco’nun yönetmen kimliğinin özeninin sonucu. Franco, esprileri izleyicinin suratına sokmayan kara mizah dolu bu bakış açısı ve karakterlerin gerçekçi mimikleriyle kalpleri fethediyor. Aslında, filmde gerçekçi olmayan tek yapaylık, Dave Franco’nun (takma) uzun sakallı haliydi. Bu bile filmdeki gerçekçiliği tek başına ortaya koyuyor. Genel olarak ise film, Rotten Tomatoes’dan şu 91 puanı almış olmayı cidden hak eden bir eser. İlk The Room’u, ardından da bu filmi izleyin, kaliteli kara mizahın zevkini tadın!
           

Kaynak: 1, 2.




Rockstar Etkisini Devam Ettiren Bir Albüm

Post Malone- Beerbongs & Bentleys

7/10





     
   95 Doğumlu New Yorklu sanatçı Austin Richard Post, günümüz popüler müziğinin vazgeçilmezi olan trap’in en önemli isimlerinden biri haline geldi. Post Malone ismiyle piyasaya açılan sanatçı, rapper’lığın yanında aynı zamanda şarkı da söylüyor. Tıpkı piyasanın zirvesindeki diğer isimlerden Drake gibi. Malone, 2015 yılında -2 günde yazıp kaydettiği- ilk single’ı White Iverson’u Soundcloud’da piyasaya sürdü ve ileride şu fotoğrafı çektirebilecek kadar üne kavuştu. Bu başarının ardından Too Young ve Go Flex gibi iki muazzam single ve ardından da ilk albümü Stoney’i ortamlara salan şarkıcı, buradaki Congratulations ve I Fall Apart ile artık tüm dünyanın bildiği bir isim haline geldi.


            2017 yazının bitmesinin ardından eylül ayında 21 Savage destekli Rockstar single’ını yayımlayan şarkıcı, bu parça ile resmen zirveye çöktü. Dünya müzik listelerinde ve özellikle de Spotify’da haftalarca zirvede kalan parça, trap müziğin de böylece Everest’i haline geldi.  “I've been fuckin' hoes and poppin' pillies.”, “She ask me light a fire like I'm Morrison.” ve  “Dude, your girlfriend is a groupie.” gibi sözleriyle şarkıda Rock n Roll kültürüne de birçok gönderme vardı. Tank God’ın sade ama akılda kalıcı beat’leri ve Malone’un hook görünümlü nakaratıyla kendini daha ilk dinleyişte sevdirmeyi başaran eserlerden biri oldu.


            Bu sefer 2018 yazı öncesinde ikinci albümü Beerbongs & Bentleys’i yayımlayan Malone, devasa hiti Rockstar’ın da bulunduğu bu kayıtla beraber devasa beklentileri de beraberinde getiriyor. 14 parçalık önceki albüm sonrası, bu kayıtta da 18 şarkıyla karşımızda resmen duble bir albüm var. Şarkı sayısının fazla olması ise hem iyi hem kötü; çünkü albümde gerçekten çok fazla demo gibi anlamsız iş var, buna rağmen birçok kaliteli trap hiti de mevcut. Özellikle de ilginç bir şekilde albümün ikinci yarısı çok daha sağlam. Bu, çoğu albümde karşılaşmadığımız bir durum; ancak 18 şarkının yarısı bile kendini defalarca dinletebiliyorsa elimizde 9-10 tane kaliteli eser var demektir.


            Psycho, akılda kalıcı nakaratıyla albümün önemli işlerinden biri. Ayrıca bu nakarattaki “Damn, my AP goin' psycho, lil' mama bad like Michael.” girişi ise Posty’nin sürekli Fallout oyununu oynamasına ve Michael Jackson’ın Bad’ine bir gönderme. Şuradaki tweet’te de görebilirsiniz. Bunun yanında Better Now, belki de albümün en başarılı parçalarından biri olmuş: Şarkı, sanatçının I Fall Apart’ta da bahsettiği eski ilişkisi için yazılmış ve bu yüzden de oldukça “atarlı” şarkı sözleri mevcut. Dinleyiciyi kendine bağlayan en önemli özelliklerin ise nakarattaki melodi ve prodüksiyon olduğunu söyleyebiliriz.

            Posty’nin daha da derinleştiği şarkı ise şüphesiz Stay. Üstelik burada sadece akustik gitar eşliğinde bir folk tadı var. Bu anlamda parça, bizlere ilk albümünün deluxe versiyonundan Leave’i hatırlatıyor. Özellikle, isimlerinin zıtlığı da ufak bir ayrıntı. Bu arada Malone, şuradaki videoda da Don't Think Twice, It's All Right cover’ladığı gibi folk tanrısı Bob Dylan’ın resmen hastası. Hem Twitter’da şöyle paylaştığı üzere her defasında en büyük ilhamının o olduğunu dile getiriyor hem de onu dövmesini yaptıracak kadar çok seviyor. Böylece albümün en çok hisse sahip şarkısı ise doğal olarak bu oluyor.


            Same Bitches ve 92 Explorer ise özellikle beat’leriyle albümün en dikkat çekici parçalarından oluyorlar. Ayrıca başarılı rapper G-Eazy’nin flow’ları da her zaman ki gibi alev alev. Ayrıca Blame It On Me de Stoney albümünün etkilerini en çok taşıyan güzelliklerden biri. Malone’un vokallerinin nispeten diğer şarkılarından daha ön planda olduğu Over Now ise albümün akılda kalan başka bir işi. Aslında tabii ki piyasadaki trap’çilerin yüzde 99’u gibi vokallerde Auto-Tune yardımıyla üst notalara çıkılsa da bu parçaya vokaller gayet yakışmış. Genel olarak ise albüm, Rockstar’a doyamayanlar için aynı tatta bir güzellik; ancak değindiğimiz gibi çok fazla şarkı barındırıyor. Biraz törpülenseydi daha ayakları yere basan bir modern trap eseriyle karşılaşabilirdik. Yine de özellikle ikinci yarısını zevkle dinleyebilirsiniz!
           

Kaynak: 1, 2.