27 Aralık 2016



Bir Dost Hikayesi

J. Cole- 4 Your Eyez Only

7/10





Hem liseyi hem üniversiteyi dereceyle bitirmiş, keman, piyano ve gitar çalabildiği için parçalarının çoğununun altyapısını da kendi hazırlayan yarı Alman yarı Amerikalı melez bir rapper: J. Cole. Ayrıca uzun süreli düzenli bir ilişki hayatı olup uyuşturucuya karşı da çok yakın durmayan biri. Yani alışık olunan hip-hop sanatçısı imajından farklı yerlerde. Jay-Z ise yeterince ütopik olan bu nitelikleri zamanında fark edip onu hemen kanatlarının altına alınca yeni bir Eminem-Dr. Dre ilişkisi doğmuş oldu. Jay-Z’nin plak şirketi Roc Nation’a bağlı ilk sanatçı olarak, 3 başarılı mixtape’in ardından debut albümü “Cole World: The Sideline Story”i 2011 yılında piyasaya süren Jermaine Cole, listelerde kısa sürede 1 numarayı gördü. Bu albümdeki Drake + piyano formüllü “In the Morning”, Missy Elliott’lu R&B soslu “Nobody’s Perfect” ve albümün hiti “Work Out” ile adını (daha doğrusu soyadını) bir anda bütün camiaya duyurdu. Hatta “Mr. Nice Watch” ve daha sonra NBA 2K16’da yer alacak olan “Rise and Shine” gibi gizli hitler de yarattı. İki yıl sonra “Born Sinner” ile de tekrar aynı başarıyı yakalayan Cole, kitlesini daha da genişletmiş oldu.




Cole, New York’ta üniversitede okurken North Carolina’da çocukluğunu geçirdiği evi mortgage borcu yüzünden zorla satıldı. 2014 no’lu bu evi, 2014 yılında tekrar satın alan J. Cole, bu evde büyüdüğü sürede yaşadıklarını da kaleme aldı: 9 Aralık 2014’te evin adresiyle aynı adı taşıyan üçüncü albümü “2014 Forest Hills Drive”ı çıkardı. Grammy’de en iyi rap albümü adaylığını alan kaydın en önemli nitelikleri ise şarkı sözlerinin samimi bir şekildeki açıklığı ve beat’lerin de prodüksüyonun sağlamlığıydı. Cole’un doğum günü “January 28th” ile başlayıp üniversiteye kadar olan hayatını kronolojik olarak anlattığı albüm, sadece ABD’de 1 milyonun üzerinde sattı. Böylece, 25 yıldır ilk defa bir rap sanatçısının düet parça içermeyen albümü “Double Platinium” (800.000 üzeri adet) satış yapmış oldu. “Wet Dreamz”, “A Tale of 2 Citiez”, “Fire Squad”, “No Role Modelz” ve “Apparently” başta olmak üzere albüm bir bütün olarak baştan sona muazzamdı. Ertesi yıl olan North Carolina konseri de 28 Ocak 2016’da yani Cole’un 31. doğum gününde canlı albüm olarak yayımlandı. Ardından 2016'da "False Prophets" ve "Everybody Dies" isimli iki single çıkardı.




Dördüncü stüdyo albümü “4 Your Eyez Only”i, önceki albümünün 2. yıldönümünde 9 Aralık 2016’da çıkaran J. Cole, -sayılara olan takıntısı bir tarafa bırakılırsa- bu sefer dinleyenlere bambaşka gözüken ama yine tamamen gerçek bir hikaye anlatıyor: Cole, James McMillan Jr. adında eski bir dostunun uyuşturucu satması, aşık olup aile kurması ve ardında küçük bir kız çocuğu da bırakarak 22 yaşında öldürülmesini albüme konu ediyor. Hatta eseri, babası gittikten sonra kızının dinleyebilmesi için babasının gözlerinden anlatarak yazıyor. İlk parça “For Whom the Bell Tolls”, tahmin edilebilen bir şekilde bir Metallica cover’ı değil. Önceki albümdeki gibi bir intro olarak görülebilen parçanın altyapısının hikayesi ise ilginç: Cole’un kurduğu Dreamville plak şirketinin başkanı İbrahim Hamad albümün kaydından iki yıl önce Soundcloud’da tesadüfen 18 yaşındaki üniversite öğrencisi amatör prodüktör Elijah Scarlett’ın yaptığı işleri görüyor. Böylece bu gencin hayatı da birden değişiyor.

Albümün esas anlamda açılışını yapan “Immortal” ise kaydın en güçlü parçalardan biri. Bu parçada olduğu gibi bu albümdeki çoğu şarkıda da hip-hop sanatçılarının deyimiyle “Low-key” tempo hakim. (Bu düşük mod ise albümün uluslararası çaptaki eleştirilerinin çoğunluğunda sanatçıya yakıştırılmış. Hatta Vulture dergisi, bu Cole’un en olgun albümü yorumunu yapmış.) Parçanın nakaratı ise dinleyeni baslarıyla resmen vuruyor. Özellikle “Forward with the plot, one-seven-forty-five” bölümünde, albüm 17:45’inci saniyesine ileri alındığında eserin kahramanı McMillan’ın öldürüldüğü “Change” isimli parçanın başlamasına göndermede bulunulduğu söyleniyor. “Change”, söyleniş tarzı ve parçanın temposuyla ister istemez akıllara yine Tupac’tan “Changes”i getiriyor. “The only real change come from inside” sözü ise parçayı dinledikten sonra doğrudan akılda kalıyor.



“Foldin Clothes”, tam bir mutluluk abidesi. Cole, hem 2015’te evlendiği eşi Melissa Heholt’a hem de dostu McMillan’ın gözünden onun eşine sıradan hayatın güzelliklerini anlatıyor. “She's Mine, Pt. 1” ve “She's Mine, Pt. 2” parçaları da bu açıdan işleniyor. Cole, iki kısımda da söylenen “I've fallen in love for the first time” dizesini ilk şarkıda kendi eşine, ikinci şarkıda ise yeni doğmuş kızına ithafen söylüyor. Aynı şekilde McMillan da kendi eşi ve kızına hislerini aktarıyor. Ancak buralarda rap harmonilerinden daha çok konuşma şeklinde bir anlatım var. Bunların dışında, “Deja Vu” ve “Neighbors” ise “Immortal” ile birlikte albümün potansiyel hitleri gibi gözüküyor. Ancak “Deja Vu”da prodüksiyondan kaynaklı olarak albümün genel havasından farklı bir soğukluk var. “She fuck with small town niggas, I got bigger dreams” gibi dizeler de albümde oluşturulmuş konseptin çok uzağında. “Neighbors” ise albümün en iyi işlerinden biri. Huzur veren müzikal altyapısı ve hikayesinin yeni yaşanmış gerçek bir olaya dayanması da tatlı detaylar. 

81 yapımı Bond filmiyle ve Tupac göndermesiyle albümle aynı adı taşıyan son parça ise yaklaşık 9 dakikada albümün genel niyetini özetlemeye çalışıyor; ancak sözlerinin hikayesi ne kadar derin de olsa müzikal açıdan şarkı, fazla tekdüze gidiyor. Genel anlamda ise albümün temel sorunlarından biri bu: Tekdüzelik. Mesela çok fazla parçanın nakaratında aynı sözler tekrarlanıyor. Bazı parçalarda da hep aynı ritimde “rap görünümlü” konuşmalar var. Bunun yanında esas olan eksik taraf ise, albümün üzerinde çok uğraşılmamış gibi bir hissin olması. Sanki bu albümün prodüksiyon ve üzerinde işlenmesi için en az 1 yıla daha ihtiyacı varmış gibi, aceleye getirilmiş gibi bir albüm. Şarkı sözlerinin yine açıklığı ve etkileyiciliği bir tarafa müzikal anlamda önceki Cole albümlerini aratan bir eser var karşımızda. Özellikle 2014’ten sonra yine aynı düzeyde bir albümü bekleyen J. Cole hayranları için haliyle hayal kırıklığı. Ne olursa olsun, hikayesinin derinliğiyle, anlattıklarının duygusuyla ve içerdiği birkaç hitle “4 Your Eyez Only”, 2016 sınırları içinde çıkan işler arasında hiç de fena olmayan bir yere sahip oluyor. 


13 Aralık 2016



Unutulmaz Bir Yıl

Childish Gambino- Awaken, My Love!

8,5/10





 
          2016 yılı, birçoğumuz için her anlamda hayal kırıklığıydı. Müzik piyasası özelinde de durum farklı değildi. Aralık ayında yapılan en iyi albüm listeleri ise zaten kalitesizliği özetliyor. Ancak yüzümüzü güldüren istisnalar da yok değil. Onlardan biri ise yazar, komedyen, oyuncu, rapper ve şarkıcı: Donald Glover. Evet, ismi Donald olanlar için bu yılın şanslı geçtiğini söyleyebiliriz. Üniversitede aldığı yazarlık eğitimini bitirir bitirmez ünlü dizi 30 Rock’ta yazar ve editör olarak çalışmaya başlayan Glover, daha sonra Community adlı komedi dizisindeki oyunculuğuyla ismini duyurdu. Hatta bu dizideki oyunculuğu, Peter Parker’ın ölümünden sonra gelen Spider-Man olan Miles Morales’in yaratıcılarına da ilham verdi. Ayrıca sanatçı, kendine özgü stand-up’larıyla da hayran kitlesini genişletti. Bunların yanında üretmeye devam eden Glover, kendi ismini “Wu Tang Name Generator”a yazıp “Childish Gambino” ismiyle karşılaştı ve müzik kariyerindeki ismini de böyle seçmiş oldu.

Childish Gambino, yanına Community’nin müziklerini de yapan film müziği bestecisi dostu Ludwig Göransson’u da alarak ilk albümü “Camp”i  2011’de piyasaya sürdü. “Heartbeat” ve “Bonfire” gibi hitlerin de bulunduğu albüm ile böylece alternatif hip-hop sularına açılmış oldu. Müziğinde belli rap kalıplarını terk edip kendi hikayelerini anlattığı şarkı sözleriyle olumlu eleştiriler aldı. 2 yıl sonra ise yine Göransson ile beraber “Because the Internet” albümüyle müzik kariyerine devam eden Gambino, ilk Grammy adaylıklarını da bu albümle aldı. Özellikle "3005", "Crawl" ve "Sweatpants" gibi parçalarla albüm, ticari açıdan oldukça başarılı oldu. Tarz olarak ise daha deneysel sularda yüzmeye başlayan Gambino, psychedelic müzik ve “club pop”u birlikte harmanladığı yenilikçi bir rap albümüne imza attı.



            2016 ise Donald Glover için unutulmaz bir yıldı. Yaratıcısı ve başrolü olduğu yeni komedi dizisi “Atlanta”nın ilk sezonu çok başarılı oldu. Hem dizi hem de kendisi, Altın Küre’ye aday gösterildi. Ayrıca, 2017’de vizyona girecek olan “Spider-Man: Homecoming”de yer alacağı ve Star Wars’un 2018’deki Han Solo Spin-Off filminde Lando’yu oynayacağı belli oldu. Bunların yanında en önemlisi de Gambino, yılın en sağlam albümlerinden birini yayımladı: “Awaken, My Love!” isimli üçüncü albüm, neredeyse bütün müzikseverleri ters köşe yapan bir başyapıt. Sanatçının en olgun işi olarak ifade edilebilir; ancak öncelikle albümün bu sanatçının işi olduğunun kabul edilmesi gerek. Şöyle ki, albüm kime ait olduğu bilinmeden dinlenildiğinde akıllara Childish Gambino isminin gelmesi imkansız. Sanatçı, rap kökeninden tamamen ayrılmış ve ortaya 70’lerin funk’ı ağırlıklı bir soul, r&b ve hatta psychedelic blues/rock albümü ortaya çıkmış. Kullanılan enstrümanların çeşitliliği bir yana Gambino’nun vokalleri de bambaşka bir güzellikte.

            Bu albümde de her zamanki gibi Ludwig Göransson ile çalışan Gambino, açılışı ilk single “Me and Your Mama” ile yapıyor. Parçanın başındaki gitarlar ile birlikte sanki saykodelik bir müzikale giriş yapılıyor ve albüm dinleyeni kendine hapsetmeye başlıyor. Ardından gelen gospel soul denemesi “Have Some Love” biraz daha ortamı aydınlatıyor. Amerikan polislerinin siyahilere olan önyargısını anlatan “Boogieman” ise özellikle nakaratıyla akıllarda kalmayı başarıyor. “Zombies” ile tempoyu düşürüp kulakları dinlendirdikten sonra içine Janis Joplin kaçmış Gambino “Riot”ta yine karmaşık ve hareketli bir tarza geçiyor. Sonrasında gelen “Redbone” ise muhtemelen albümün en iyi işi. Blues ve soul’un son dönemdeki en başarılı örneklerinden Alabama Shakes parçalarını hatırlatan şarkı, son bölümüyle ise dinleyenin hafızasına adeta kazınıyor. Ancak sonraki parça “California”da vokalin tonunun anlamsızlığı keyif kaçırabiliyor. Bunun telafisi ise hemen ardından “Terrified”ı dinlerken nakaratındaki uzun uzun “Hide” bağırışlarıyla yapılıyor.



Albümün en başarılı parçalarından biri de vokalin belki de zirve yaptığı balad “Baby Boy”. Şarkı, 2016 başlarında doğan oğluna ithafen yazılmış. Cidden Glover’ın bu yılı unutamayacağı bir gerçek. İlk parçaya atıfta bulunan ve Gary Clark Jr.’ın da gitarıyla destek olduğu “The Night Me and Your Mama Met” ise albümün bütünlüğü doğrultusunda akan aksak ritimlerle dolu enstrümantal bir eser. Kapanış ise özellikle sonlara doğru dinleyenleri alıp götüren bir parça olan “Stand Tall” ile yapılıyor. Sonuç olarak albüm, sağlam hitleri olan ve çok özenerek işlendiği belli kaliteye sahip bir kayıt. Ancak albümün özellikle (giriş parçası hariç) ilk kısmının karmaşıklığından kaynaklı bir sorun var. Bütünsellik bu yüzden etkilenmiş, dinleyeni yorabiliyor. Yine de eski tarzını elinin tersiyle itip beklenmedik bir kararla bambaşka alanlara yönelen Childish Gambino’nun yeni yönünün ona çok yakıştığı açık, bu nedenle “Awaken, My Love!” her anlamda çok cesur ve güçlü bir albüm.








9 Kasım 2016






Ardından

Leonard Cohen- You Want It Darker

10/10





   
  
    10 Kasım. Her yıl sabah geldiğinde gerçek özlemin hissedildiği o an, hatta son yıllarda da artık ister istemez gözlerin dolduğu o an. Artık bundan sonra da her yıl bu tarihte gece geldiğinde de tabii ki sabahkiyle kıyas dahi edilemese de yine bir özlem. Diskografiden birkaç tane özel yeri olan parça ile tabii. Aslında bu albüm incelemesi kaleme alındığında ikinci paragraftaki satırlar tamamen "şimdiki zaman"da yazılmıştı. Bu satırları teker teker "geçmiş zaman"a çevirmek ve onun aramızdan ayrıldığını nitelemek gerçekten çok ağır bir his. Ama biraz daha derin düşünüldüğünde burada esas hissedilen şey, müzik denilen sanat biçiminin gerçek değerinin aslında tarif edilemez olması: Yani artık 80'lerine gelmiş, dünyanın öteki ucundaki Kanadalı bir adamın ölümüne gerçekten bir yakınınızı kaybetmişsiniz gibi üzülmek ve ardından onu geride bıraktığı eserleriyle anmak... Bütün bu hisler için işte müzik denilen şey, bizim için bu kadar değerli. Bununla birlikte bu şeyin öyle bir gücü daha var ki, insanları ölümsüz bile yapabiliyor. Tıpkı bu güzel adamı da bundan sonra artık yaptığı gibi. Bowie gibi, Prince gibi.

"Geçmiş zaman"a gidelim: Kısaca, gelmiş geçmiş en büyük şarkı yazarlarından biri bu adam. Üstelik 82 yaşına geldiğinde bile kendi müziğini üretmeye devam etti ve son zamanların da en kaliteli albümlerinden birini yayımladı. Cohen’i, kariyerinin başlarından itibaren kendi ifade edişiyle “Slow” ağırlıklı tarzıyla ürettiği çoğunlukla romantizm soslu baladları sayesinde tanıyorduk. Yeni nesil ise onu kısaca “True Detective 2. Sezon müziğini söyleyen amca” olarak biliyordu. Özetle Leonard Cohen, 13 stüdyo albümüyle birlikte 50 yıldır insanları şarkılarıyla doyuruyordu: “Famous Blue Raincoat”, “Suzanne”, “Dance Me to the End of Love”, “So Long, Marianne”, “If It Be Your Will”, “Chelsea Hotel #2” ve Jeff Buckley'i o çok farklı yorumuyla belki de daha da ölümsüzleştirmiş “Hallelujah” gibi birçok zamansız şarkının sahibiydi. Ayrıca 2012 çıkışlı albümü “Old Ideas” ve 2 yıl sonrasında gelen “Popular Problems” ile son zamanlarda da ilerlemiş yaşına rağmen acayip kaliteli işler yaptı. Johnny Cash’in kariyerinin sonlarındaki gibi daha da toklaşan bir ses ile Cohen, kendi kariyerinin sonlarında da özellikle “Darkness”, “Lullaby” ve “Did I Ever Love You” gibi parçalarla hikayelerini anlatmayı sürdürdü.



            14. stüdyo albümü “You Want It Darker”ı, aramızdan ayrılışından günler önce, 2016 Ekim’inde piyasaya süren sanatçı, albümü kendi evinde ve prodüktörlük koltuğunda oğlu Adam Cohen ile birlikte kaydetmiş. Eser de bu nedenle mi bilinmez ama gerçekten tam bir aile samimiyetine sahip: Cohen yine içini bütün şeffaflığıyla döküp bizlere bir armağan olarak sunuyor. Böylece 2016 yılının en kaliteli albümlerinden biri karşımıza çıkıyor. Albüm, özetle modern bir klasik. Bu adam, sadece “albüm çıkarmış olmak” ve piyasada adını tazelemek için bu yaşta böyle bir kayıt yapmıyor. Böyle bir tespiti, 36 dakikalık bu albümü yalnız bir defa bile baştan sona dinleyen herkes yapabilir. Örneğin şarkı sayısı 9 ile tam kararında; albüm daha dolu gözüksün diye gereksiz parça eklenmesi yapılmamış. Cohen adeta şunu diyor dinleyenlere: “Bakın yıl olmuş 2016, biliyorum kimse bir albümü oturup baştan sona sabırla dinlemiyor, ama siz bu albüm için gece vakti yarım saatinizi bir ayırın, onu rahatlıkla dinleyip zevk alacaksınız, ben de o sizi bir yerlerden izliyor olacağım.”

            21 Ekim 2016 tarihinde 82 yaşına basan ve maalesef bu günü son defa kutlayan Leonard Cohen, kendi doğum gününde bizlere hediye verdi ve albümüyle aynı adı taşıyan parça “You Want It Darker”ı bu tarihte ilk single olarak yayımladı. Alışık olunan Cohen havasında ve dinleyeni içine çeken bir bas gitar melodisi ile sanatçı, sözlerde ifade ettiği kadarıyla tanrıyla bir hesaplaşma içinde: “If you are the dealer, i'm out of the game, if you are the healer, it means i'm broken and lame” ile daha ilk sözleriyle vurmaya başlıyor şarkı. Dini motiflerle bezenmiş albümde ve bu şarkıda özellikle “Hineni” (İbranice “Buradayım”) ve ardından “I’m ready, my lord” cümlesiyle Cohen, dinleyenlere belki de yakın gelecek hakkında üzücü bir mesaj veriyor. Albümde bu kadar açık dini mesajlar olsa bile sanatçı bunları öyle ifade ediyor ki aynı zamanda sanki her sözü bir sevgiliye de söylenebilecek şekilde yazmış. Sonraki parça, “Treaty” de “I wish there was a treaty, between your love and mine” sözleriyle bu niteliği vurguluyor.





            Albüm, üzücü mesaj dolu. Bizimle sanki oyun oynuyor: "Leaving the Table", kayıttaki en etkileyici parçalardan bir tanesi ve “Artık zamanım geldi” odaklı sözleriyle insanı darmadağın ediyor. Bir başka etkileyici şarkı, "Traveling Light"ta da “Dance Me to the End of Love” tarzı, kadın vokalli bir havayla birlikte Cohen, yeniden ölümden bahsediyor. Dinleyeni daha da yaralıyor. Aynı zamanda Marianne’e de birçok gönderme var. Bunların yanında, "It Seemed the Better Way” ise, dinleyenleri Schindler's List’te bir sahnedeymiş hissine sokabilen keman bölümlerine sahip; Adam Cohen cidden prodüksiyonda çok başarılı. Albümün genelindeki bütün şarkılar için bu söylenebilir. Altyapısıyla dikkat çeken başka bir parça “Steer You Way” de hafızalara kolay kazınıyor. İşte böylelikle “You Want It Darker”, kesinlikle rahatça dinlenebilen bir albüm. Aynı zamanda oldukça derin hikayeler içeren bir sanat eseri. Kendisine Bob Dylan’ın 2016 Nobel Edebiyat Ödülü almasıyla ilişkin görüşü sorulduğunda ise Cohen, “Bence bu, dünyanın en yüksek dağı olduğu için Everest’e madalya takmak gibi” demişti. Geçtiğimiz 50 yılda ürettiği eserlerle Leonard Cohen, tevazu içinde yarattığı “kendi zirvesinden” bizlerle paylaştığı bütün o duygularla birlikte en güzel şekilde hatırlanacak. Işıklar içinde uyu güzel adam. Seni seviyoruz.



8 Ekim 2016

Bastille- "Wild World"






Yine Kendi Yolunda 

Bastille- "Wild World"

7,5/10




     
      İngiliz müzisyen Dan Smith, doğum gününün Fransa’nın ulusal bayramı 14 Temmuz’a denk gelmesiyle solo projesinin adını tatlı bir şekilde “Bastille” olarak seçmiş. İlerleyen zamanlarda bu proje bir grup halini alsa da şu an yine şarkıların hepsinin altında Smith’in imzası var. 2013 yılında ise çıktığında büyük başarı yakalayan ilk albümleri “Bad Blood”, orijinal vokal ve kaliteli şarkı yazarlığıyla günümüz indie-pop’una bir sürü hit parça kazandırdı. Vasat şarkı neredeyse yok gibiydi. Özellikle dördüncü single “Pompeii”nin Youtube’da 350 milyonu görmesiyle de birlikte Bastille, artık popüler kültürün bir parçası oldu. Bunun yanında, albümdeki “Flaws”, “Bad Blood”, “Things We Lost in the Fire” ve “Oblivion” gibi parçalar sayesinde gruba piyasada “tek şarkılık grup” imajı yapışmadı. Bir de grup son yıllardaki futbol oyunlarının tekeli FIFA serisinin 13, 16 ve 17 versiyonlarına şarkılar vermesiyle de adını sağlam bir kitleye duyurdu. Hatta bir parçayı sadece oyun için piyasaya sürdü: Bkz. Hangin’. İkinci albümleri öncesi ise Bastille, araya “Other People's Heartache” isimli bir mixtape serisi sıkıştırıp burada Haim ve Skunk Anansie gibi sanatçılarla çalıştı.




            Grubun ikinci stüdyo eserleri “Wild World”, 2016 Eylül’ünde piyasaya sürüldü. İlk single’lar “Good Grief” ve “Send Them Off!”, grubun yola kendi çizgisinde devam ettiğinin göstergesi. Yani kısaca Bastille dediğinizde akla ilk gelenler: Duygusu yoğun inişli çıkışlı vokal, tempolu elektro-pop altyapısı ve son dönem Coldplay’i gibi olabildiğince pozitif bir ruh hali. Bununla birlikte, Twitter bio’sunda ifade ettiği gibi tam bir sinema aşığı olan Dan Smith’in albümde şarkı aralarına yerleştirdiği film replikleri ve albüm kapağının Hollywood afişlerini andırması da cidden pozitif ayrıntılar. Ayrıca “Wild World”de kaliteli vokal geçişleriyle akılda kalan “Lethargy”, enerjik nakaratlarıyla motivasyon kaynakları olan “Blame” ve “Power” gibi sağlam potansiyel hitler de var.




Bunların yanında, tempoyu biraz düşürdüklerinde de Smith ve arkadaşları başarılı işler çıkarabiliyorlar: “Way Beyond” ve “Four Walls” ise bunun kanlı canlı örnekleri. Ayrıca bir parça var ki, hem bu albümün hem de grubun diskografisinin en yavaş ama en samimi işi: “Two Evils” isimli sadece elektro gitar ve vokalin olduğu ballad, iç hesaplaşma şeklindeki şarkı sözleriyle bu albümün zirvesi. The Guardian’dan Caroline Sullivan’ın da albüm incelemesinde ifade ettiği gibi aslında grup, gerçekten de ileride bu şarkı gibi daha fazla slow parça üretebilir. Bu arada -Youtube videolarından- emin olunan bir gerçek var ki özellikle Dan Smith başta olmak üzere Bastille, canlı performansları cidden çok başarılı bir grup. Bu albümdeki parçaları da ABD ağırlıklı “Wild World” turnesinde izleyicilere yine en etkili şekilde sergileyeceklerdir.


Ekstra parçalar da hesaba dahil edildiğinde albümde yer alan tam 20 tane parçanın en büyük sorunu ise neredeyse hepsinin benzer karaktere sahip olması. Şarkı başlangıçları, ara geçişler, hatta bazı nakaratlar bile aynı tadı veriyor. Aslında daha az ve daha özgün parçaların yer alması, albümü kesinlikle daha değerli kılarmış. Ayrıca maalesef bu kayıtta öyle ilk albümdeki gibi acayip akılda kalıcı hitler bulmak pek kolay değil. Bu nedenlerle “Bad Blood”un altında kaldığı açıkça söylenebilir. Yine de dinleyicileri gayet keyifli bir kayıt bekliyor: Bu ufak hatalara rağmen, kendi çizdikleri bu yolda devam eden Bastille’in, ilerleyen zamanlar için ise çok daha kaliteli işlere imza atacağı kesin.





            


13 Mayıs 2016

M83- "Junk"





Tüketim Çılgınlığına Karşı

M83- "Junk"

7/10








  M83, başta Daft Punk olmak üzere modern elektronik müziğe birçok önemli isim kazandıran Fransa’dan 15 yıl önce çıkmış bir proje. Anthony Gonzalez öncülüğündeki grup, çıkardığı 6 albümle kendine özgü “fantastik” bir tarz yarattı. İlk eserlerinde daha çok shoegaze ve ambient etkileri görünen grup, patlama yaptıkları albümleri “Saturdays = Youth” ile dream-pop ağırlıklı karışık tarzlarında art arda hit parçalar çıkardı. Bununla beraber esasen dünyaca üne kavuşması, 2011’de çıkan ve Grammy’e aday olan başyapıtları “Hurry Up, We're Dreaming” ile oldu. Albümün çıkış parçası “Midnight City”, özgünlüğü ile kopya işlerle düğümlenmiş popüler müzik piyasasında uluslararası bir hite dönüştü. Neredeyse soundtrack olarak kullanılmadığı film/reklam da kalmadı. Aynı zamanda ardından gelen parçalar “Reunion” ve özellikle bu fantastik tarzın en duygusal işi “Wait” ile de bu başarısını sürdürdü. 2 yıl sonra da M83, büyük bütçeli Tom Cruise filmi “Oblivion”ın müziklerini yaptı ve  Susanne Sundfør ile yapılan “Oblivion”parçası grubun en büyük hitleri arasına girdi.



2016 Nisan’ında ise grup, buram buram 80’ler kokan yedinci stüdyo albümü “Junk” ile sahalara döndü. Tür olarak yine kendini evrimleştiren grup, bu sefer bolca synth-pop ağırlıklı işler sunmuş. Daha çok da eski Amerikan dizilerini anımsatan müzikal altyapılarla karşımıza çıkıyor. Aslında gerçekten de Gonzalez, son albüm röportajlarında belirttiği üzere o dönemlerin TV dizilerinin müziklerini daha coşkulu ve içten bulduğunu belirtiyor. Bu nedenle de o dönemlere ithafen albümü böyle “retro” bir kalıpta dinleyicilerle buluşturuyor. Hatta albüm tanıtımı için konuk olduğu Jimmy Kimmel’da döneminin kült dizilerinden “Teen Wolf”un başrolüne bürünüyor.

Genel olarak bakıldığında bu albüm ile M83, “birkaç parçasını çalma listenize atmalık” bir albüm olarak değil de birbirlerine bağlı ve bütün olarak da dinlenebilen bir eser ortaya çıkabilmiş. Spotify, Deezer, Apple Music vb. platformların hayatımıza kattığı bolca artının yanı sıra artık yeni çıkan albümlerin bir bütün olarak dinlenilmemesi kültürünü yaymaları, aslında önemli bir sorun. Tabii ki piyasa değişti: Albümden ziyade artık daha çok single odaklı bir sistem var. Ancak bu platformları  sorunun esas kaynağı olarak görmemek lazım; çünkü sanatçılar da artık yakın geçmişteki gibi kalıcı işler çıkartamıyorlar, esas sorumlu onlar. Bu anlamda “Junk” içeriği, ismi ve albüm kapağıyla da eleştirdiği üzere bu “geçiciliğe” karşı bir duruş albümü. Bunu da bir bütün olarak kendisini zevkle dinleterek başarıyor.



Albümün çıkış parçası “Do It, Try It”, synth’lerin ustaca kullanıldığı ve hatta “house” tınılarının da kullanıldığı başarılı bir ilk single olmuş. Albümün en iyi parçasından biri de denebilir. Bunun dışında, bir başka Fransız sanatçı Mai Lan da albüme 4 parçada vokal yaparak destek olmuş. Bu parçalardan “Go!” ve “Laser Gun” albümün yine en iyilerinden. Aynı zamanda ünlü gitarist Steve Vai’nin de “Go!”da katkısı var. Albüme konuk olan başka bir sanatçı da M83 gibi “kendine has tarz” denince akla ilk gelen müzisyenlerden Beck, “Time Wind”de gruba eşlik ediyor. Dinleyenlerin de yüzlerini gülümsetiyor. Bunların yanında “Walkway Blues”, albümün en önemli işlerinden biri. Gonzalez’in samimi vokalleri ve bir de etkileyici enstrüman kullanımıyla ön plana çıkıyor. Bu parçalarla beraber “Solitude” ise bundan önce “Wait”in albümü dinlerken yaptığı etkiyi bir nevi de olsa yaratmayı başarıyor. Albümün en derin parçası olarak ifade edilse yanlış olmaz. Sonuç olarak, söz konusu M83 ise “Junk”, deneysellikten taviz vermeyen fantastik parçalar dinlemeyi bekleyen her hayranı memnun edebilecek bir yapıt. Fazlasıyla retro ve pop bir tonda olsa da kayıt, herkes için değil ama bu tarz müziğe yatkın olan her müzikseverin, grubun ertelenen İstanbul konseri öncesi dinleyebileceği bir albüm.



3 Ocak 2016






84 Yaşında Bir Dahiden

John Williams- "Star Wars: The Force Awakens Film Müziği"

10/10






     
      An itibariyle hayatta olan insanlar içinde en fazla Oscar adaylığı (49) bulunan kişi olmak kolay değil. Bunun yanında 65 Grammy ve 25 Golden Globe adaylığı gibi onurlar da haliyle kaçınılmaz oluyor. Biliyoruz ki Nicki Minaj’ın bile ödül aldığı bir dünyada her başarının değeri, ödüllerin sayısıyla ölçülemez. Ancak bir gerçek var ki John Williams ismindeki bu adam -kim aksini iddia ederse etsin- gelmiş geçmiş en büyük film müziği bestecisidir. Ödüllerin bolluğunu bir kenara bırakalım: Star Wars orijinal üçlemesi, Superman, Jaws, E.T, Jurassic Park, Indiana Jones, Evde Tek Başına, Schindler’in Listesi, Er Ryan’ı Kurtarmak gibi klasiklerin yanında, günümüzden Star Wars “prequel” üçlemesi, Sıkıysa Yakala, Münih, Kitap Hırsızı, Lincoln ve o meşhur “Hedwig’s Theme” dahil olmak üzere Harry Potter’ın ilk üç filmin müzikleri de bu dahi tarafından bestelendi. Bunların yanı sıra şubat ayında 84. yaşına girecek olan Williams, hala üretkenliğinden hiçbir şey  kaybetmiyor. Tüm zamanların en iyi gişe açılışını yapan ve büyük ihtimalle de tarihin en fazla hasılat yapan filmleri arasına girecek olan Star Wars’ın 7. Filmi “The Force Awakens”ın da müziklerini yapıyor, gelenek bozulmuyor. 




“Spoiler” uyarısı vererek yazıya devam edelim. Filmin müzikleri yine her zamanki klasikleşmiş Star Wars besteleriyle dolu. Yani serinin özellikle dördüncü filmine göndermeler yapan J.J. Abrams’ın perdede yaptıklarını Williams da dinleyenlere uyguluyor. 90 kişilik orkestra tarafından kaydedilen albüm, öncelikle her filmdeki intro gibi, “Main Theme” ile birlikte başlangıç yazılarıyla birlikte akmaya başlıyor. Bununla birlikte, istisnasız her Star Wars filminde ve dizisinde rastladığımız, evrenin tüyleri diken diken eden olmazsa olmazı “The Force Theme” (Binary Sunset) de neredeyse albümün çoğu parçasında kendini kısa kısa hatırlatıyor. Ayrıca, “The Falcon” ve “Han and Leia” gibi parçalarda önceki müziklere haliyle daha fazla göndermeler var. Bunların yanında tabii ki Vader artık olmadığı için “The Imperial March”ı da duyabilmek mümkün değil; Kylo Ren’in Vader’ın maskesi ile konuştuğu sahnede bir tutam da olsa marşı duyabilmek mümkün. Buna karşılık olarak ise başka bir marş, albümü dinleyenlerin dikkatini çekebilir: Direniş’i temsil eden “March of the Resistance”, filmin en başarılı müziklerinden biri. Direniş pilotlarının X-Wings’ler ile savaş alanına geldiği sahneden hatırlanabilir. Filmin esas akılda kalan müzikleri ise, İngiliz güzel Daisy Ridley’nin canlandırdığı filmin ana karakteri Rey’in adına yapılmış naif ve hareketli melodilere sahip “Rey’s Theme” ile Vader’ın torunu “Emo” Kylo Ren’in filmde göründüğü neredeyse her sahnede kullanılan 5 notalık ürpertici melodi “Kylo Ren Arrives at the Battle” oldu. Ayrıca bir başka ürpertici parça ise üstadı Snoke’un göründüğü sahnede çalan “Snoke” ise 24 kişilik erkek koro tarafından kaydedilmiş. Bu parçanın internette olay çıkaran esas özelliği ise, an itibariyle teori olan ve gerçekleşmesi de muhtemel bir rastlantı: Serinin üçüncü filminde Palpatine’in Anakin’e “onun ustası olduğu varsayılan” Darth Plagueis’in hikayesini anlatırken çalınan Williams eseri “Palpatine's Teachings” ile “Snoke” parçasının fazlasıyla benzemesi. Bu benzerlikten yola çıkarak Snoke’un aslında Darth Plagueis olduğu iddia ediliyor. Ancak tabii ki bu bir varsayım olsa bile bu seride müziğin, filmin çok önemli bir parçası olduğu unutulmamalı.



Bu yıl vizyona girecek olan ara film “Rogue One: A Star Wars Story”nin müziklerinin altında ise imza olarak ilk defa Williams’ı değil; Büyük Budapeşte Oteli ve Harry Potter’ın son iki filminden tanınan Alexandre Desplat’yı göreceğiz. Belki de 84 yaşındaki Williams’ın halefi olarak sonraki filmlerde de müzikler bu isme emanet edilecek. Son yılların en başarılı bestekarlarından biri olan Desplat’nın Williams’ın izinden başarıyla gidebilmesi dileğiyle... Bu arada özellikle bilindiği üzere orijinal üçleme, çoğunluk tarafından artık bir klasik olarak kabul edilse de özellikle prequel üçlemenin kalitesi çoğu zaman eleştiri konusu oldu. Ancak bütün filmlerin belki de üzerinde en az tartışılan unsuru ise müzikleri oldu. Böylelikle, 6 film de müzikal anlamda oldukça özgün kabul ediliyor. Ve yeni karakterleri eskileriyle en güzel şekilde harmanlayan 7. filmin 23 parçalık müziğini, artık bu 6 filmin yanına rahatlıkla ekleyebiliriz: Her şey için yeniden teşekkürler John Williams.