31 Ekim 2017




İkinci Albüm Sendromu:

Wolf Alice- Visions of A Life

6/10

Kaynak: Wannart






Global müzik grubu fabrikası İngiltere’den çıkan son ürünlerden olan Wolf Alice, günümüz indie müziğinin “gürültülü kadın vokalli ve hafif grunge soslu alternatif rock grubu” ihtiyacına karşılık veriyor. Tıpkı Palma Violets ya da The Vaccines gibi daha ilk albümleri çıkmadan bile İngiliz basını tarafından yere göğe sığdırılamayan grup, gerçekten de 2013 çıkışlı EP’leriyle ve özellikle kayda ismini veren “Blush” parçasıyla çok ses getirmeyi başardı. Vokal Ellie Rowsell’in duru güzelliğiyle birlikte de tıpkı Hannah Reid’in London Grammar için istemsiz bir biçimde yaptığı “imaj çalışmasıyla” beraber grubun ismi de haliyle daha kolay tanındı. Bunun dışında Wolf Alice, icra ettikleri müzik tarzı hala tam bir kategoriye konulamasa da naif bir modern indie-pop anlayışından shoegaze’e ve ayrıca 90’ların Sonic Youth, Hole ve Pixies’ine kadar uzanan geniş bir yörüngede kendilerine özgü bir tarz buldu.

2015 yazında ilk stüdyo albümleri “My Love Is Cool”u piyasaya sürdükten sonra ise grup, İngiliz medyasının pohpohlamasının aslında çok da haklı olduğunu dinleyenlere ispatladı. Tabii belli bir kesimin “Ortalıkta zaten gitar müziği yapan çok yeni grup yok o yüzden Wolf Alice şişirilmiş bir balon” benzetmelerine de özellikle internet ortamında maruz kaldı. Buna rağmen albüm, neredeyse her müzik otoritesi tarafından pozitif eleştiriler almayı başardı ve hatta Ada’nın meşhur Mercury Prize ödülüne de aday gösterildi. Her parçası ayrı bir özenle yazılmış olan albüm, “Bros”, “Giant Peach”, “You’re a Germ”, “Your Loves Whore” ve “T2 Trainspotting” filminde de akıllara kazınmış olan tatlı mı tatlı “Silk” gibi birçok önemli parçaya sahipti. Ayrıca albümün deluxe versiyonundaki buram buram 90’lar kokulu “Moaning Lisa Smile”, grubun en önemli hitlerinden oldu ve ertesi yılki Grammy’lere adaylığıyla da Wolf Alice ismini tüm dünyaya duyurdu.

İki yıl sonra 2017’de ise grup, Ellie Rowsell’in halasının eski bir fotoğrafının kapak olduğu ikinci albümleri “Visions of A Life” ile ortamlara dönüyor. Dörtlü, ilk kayıtlarında oluşturduğu müziği daha spontane bir yaklaşımla biraz da risk alarak geliştirmeye çalışıyor. Özellikle bu yönden albümün en dikkat çekici parçası “Don’t Delete the Kisses”, grubun resmen piyasada sahip olduğu toprakları genişletiyor. Rowsell’in fazlasıyla açık ve vurucu olan uzun şarkı sözleri ile nakaratın “What if it's not meant for me? Love.” ve “Me and you were meant to be. In love.” gibi farklı şekillerde söylenmesi gibi detaylarla şarkı, dinleyenleri alıp başka dünyalara götürüyor. Ayrıca kısa film tadındaki muazzam müzik klibinin de etkisiyle albümün ve hatta belki de grubun en sağlam işlerinden biri bu.

Albümün single olarak çıkan diğer parçaları “Yuk Foo” ve “Beautifully Unconventional” ise çok net bir şekilde ifade etmek gerekirse “basit” işler. Grubun çok da uzun olmayan geçmişine bile bakıldığında konserlerinde çalmadıkları kıyıda köşede kalmış şarkıları bile bunlara kıyasla daha özenli duruyor. “St. Purple & Green” ise ilk albümden tatlar taşıyan melodik yapısıyla pozitif anlamda öne çıkan bir parça. Bunun yanında yine Rowsell’in kişisel şarkı sözleri ile birlikte parçanın onun büyükannesine ve ölüm-hayat arasındaki ilişkiye odaklandığı belli oluyor. Bir başka dikkat çekici parça ise albüme ismini veren 8 dakikalık “Visions of A Life”. Özellikle canlı performanslarıyla da ünlü bu grubun, şarkıdaki gitar performansı resmen dinleyenleri konserlerine gitmeye özendiriyor.


Albümde, dikkatli müzikseverlerin yakından tanıdığı “ikinci albüm sendromu”yla bir kez daha karşı karşıya kalmamak elde değil. Herkesin tahmin edebileceği üzere bir müzik sanatçısının ilk albümü genelde bütün hayatları boyunca yaptıkları çalışmanın en iyi meyvelerini içerir. Başarılı bir ilk albümden sonra bu yüzden devamında da en azından aynı çizgiyi yakalayabilmek kolay değildir. Bunu hakkıyla yapmış olanlar da şu an müzik sektörünün önemli isimlerinin birçoğu olduğu için Wolf Alice’i bu kefeye koymak doğru mu orası tartışılır. NME ve DIY gibi bu albüme 5 yıldız veren İngiliz otoriteleri, haliyle grubu övmeye de doyamıyor. Amerikan medyası albüme daha objektif baksa da dünya çapında genel görüş ise albümün yine çok başarılı bir iş olduğu. Takdir tabii ki bu müziği evinde, arabasında, kulaklığında dinleyen müzikseverlerin; ancak şu bir gerçek ki grup, bu albümde ivmeyi fazlasıyla düşürüyor. Sanki bahsedilen birkaç istisna hariç, ilk albümden arda kalan parçalar hemen 1 saatte stüdyoda kaydedilip piyasaya sürülmüş gibi bir özensizlik ve hayal kırıklığı taşıyor “Visions of A Life”. Buradaki hatalardan ders çıkarılması dileğiyle de üçüncü albümün yolu ise maalesef şimdiden gözleniyor.





Sabaha Kadar Dinlenebilen Bir Albüm:

Angus and Julia Stone- Snow

8/10

Kaynak: Wannart





   
        Avustralyalı Kim ve John Stone çiftinin üç çocuğundan ikisinin aile mesleklerini icra etmesiyle kurulmuş bir folk ikilisi: Angus & Julia Stone. Anne ve babalarının da boşanmalarından önce birlikte yarı zamanlı müzisyenlik yapması, grubun en önemli ilham kaynağı olarak gösterilebilir. Küçükken trompet ve trombon gibi enstrümanlarda uzmanlaşan ikili, daha sonra Angus’un gitara geçmesi ve beste yapmaya başlamasıyla temellerini de atmış oldu. Ardından abisinden iki yaş küçük olan Julia ise onun sayesinde gitar çalmayı öğrendi ve şarkılarına çoğunlukla geri vokal yaptı.



 Grup, müziğinin temeline dingin bir ruh haliyle ustaca yazılmış ve her şarkıda bir hikaye anlatan folk kültürünü yerleştirdi. Ayrıca iki farklı vokal harmonisiyle de beslediği bu duygusal tarzıyla günümüze kadarki çizgisini de oluşturmuş oldu. Böylelikle 2005 yılında kurulmuş grup, içinde “Paper Aeroplane”, “Mango Tree” ve “All of Me” gibi hala konser marşı olan hitlerin de bulunduğu iki EP kayıt çıkardıktan sonra ilk albümleri “A Book Like This”i yayımladı. Daha sonra ise 2010 yılında dünya çapında esas patlamayı yaptıkları “Down the Way” albümü geldi. Albümün baş tacı olan “Big Jet Plane”, kolaylıkla hissedilebilen o samimiyeti ve akılda kalıcılığıyla hem albümü hem de Stone ikilisini müzik piyasasında bir tık yukarı taşıdı. Üstelik bu albüm “For You”, “I’m Not Yours” ve “Draw Your Swords” gibi birçok güzelliği daha içinde barındırıyordu. Hatta enerjik bir Grease klasiği olan “You’re the One that I Want”ın huzurlu bir cover’ı da bu dönem yayımlandı.



Ünlerinin zirvesinde birlikteliklerine ufak bir ara veren ve 2 solo albüm piyasaya süren Julia ile 1 solo albüm çıkaran Angus, 2014’te tekrar bir araya geldi. Bekledikleri başarıyı solo albümlerinde yakalayamamış oldukları için mi yoksa kardeşlerin birbirlerini özlemesinden mi bilinmez ama grup, iyi ki de dönmüşler dedirten üçüncü albümleri “Angus & Julia Stone”u böylelikle çıkardı. “A Heartbreak”, “Grizzly Bear” ve “Heart Beats Slow”u içeren bu tatlı albüm, grubun çizgisini bozmadan sağlam adımlarla ilerlediğine bir örnek daha oldu.

2017’ye gelindiğinde ise dördüncü albümleri “Snow” ile kardeşler, yine beklentileri boşa çıkarmayan bir eser ile müzik piyasasına geri dönüş yapıyor. En basit şekilde ifade etmek gerekirse “hiç bıkmadan sabaha kadar dinlenebilen” bir albüm daha müzikseverlerin karşısında. Bütün Angus & Julia Stone parçalarının esas güzelliği ise bu parçaların hiçbir zaman vasat kalitede bir kayıt olma olasılığının olmaması: Geçmiş üç albümün en zayıf halkaları olan şarkıların bile hiç değilse piyasaya göre ortalama eserler olması, dinleyeni daha bu albümü dinlemeden bile motive eden bir unsur. Bu gönül rahatlığıyla albüm dinlenmeye başlandığında ise hemen daha ilk adımda dinleyen bir kez daha haklı çıkıyor: “Snow” parçası, henüz ikinci nakaratında bile “Why don't you stay?” diye eşlik edip büyülü atmosferine sizi çeken tipik Stone eserlerinden biri oluyor.



“Chateau” da albümün en değerli kayıtlarından biri olduğunu her saniyesinde hissettiren bir şarkı. Özellikle prodüksiyonun kalitesiyle dikkat çeken parça, sözleriyle de yine şaşırtmıyor ve grubun “bir yere gitmek” temalı milyon tane tatlı şarkısının arasına hemen katılıyor. Ardından gelen “Cellar Door” ise katmanlı yapısıyla gerçekten ikilinin en derin işlerinden biri olmaya aday gözüküyor. Enstrümantal açıdan her ne kadar basit gözükse de doyurucu bir parça.

“Nothing Else” ise Julia Stone’un sesine bir kez daha aşık olmak için yapılmış bir şarkı. Ayrıca kardeşlerin vokalinin uyumunu da sonlara doğru çok net bir biçimde hissettiriyor. Sonrasında gelen “My House Your House”, melodisi ve tekrarlı sözleriyle albümün en çok akılda kalan parçalarından biri. Ancak çok basit bir şekilde çoğu müzikseverin, hatta popüler müzikten başka bir şey dinlemeyenlerin bile fark edebileceği gibi parça, Passenger’ın “Let Her Go”sunun uzaktan kuzeni. “Baudelaire”de bir önceki parçaya atıfta bulunarak başlayan şarkı sözleri, “Follow me to the bottle and we'll figure it out. I will leave my troubles by the river” bölümünde ise dinleyeni adeta kendine bağlıyor ve sonuna doğru akışını da adeta ismini aldığı Fransız şairin hüznüne kaptırıyor.




Genel olarak, tıpkı her Angus & Julia Stone albümü gibi karakteristik izler taşıyan ve grubun ilk yayımladığı parçalarından beri aynı çizgide devam eden bir albüm “Snow”. Folk-pop icra eden bir grup olarak Stone kardeşlerden daha yenilikçi ve daha deneysel bir akıma da kapılmaları beklenemez; ancak albüm her ne kadar oldukça tatlı bir kayıt olsa da “hit azlığından dolayı” şarkı yazarlığındaki bu sınırlı seviyeyle birlikte maalesef grubun hala en iyi işinin biraz gölgesinde kalıyor.