27 Kasım 2017






Sıra Dışı Bir Ses ve Sıradan Bir Albüm:

Sam Smith- The Thrill of It All

4/10

Kaynak: Wannart






     
      Çoğu müzikseverin hayatına 2012 yılında Disclosure hiti Latch ve 2013 yazının marşı olan Naughty Boy şarkısı La La La ile girdi Sam Smith. Şimdiye kadar geçen bu süre boyunca da uluslararası bir pop stara dönüştü. Sanatçı, “blue-eyed soul” olarak ifade edilen müzik türünün de günümüzdeki en önemli temsilcilerinden biri oldu: Ayrıca şarkıcı, bu akımın son temsilcilerinden Adele ve Amy Winehouse gibi isimlerden ilham aldığını birçok defa açıkladı. Hatta ilginç bir şekilde de hayatının büyük bir bölümünde hep kadın vokalleri dinlediğini de ifade etti. Belki de sesindeki o “diva” karakteristiğinin sebebi de bu olabilir.


2014 yılında ise In the Lonely Hour isimli ilk albümünü yayımlayan İngiliz sanatçı, bütün dünya listelerini ve satış rekorlarının çoğunu altüst etti. Buna rağmen albüm, otoritelerden şarkı yazımı zayıflığı sebebiyle çok pozitif eleştiriler almasa da başarılı bir soul-pop eseriydi: Dünya çapındaki hit Stay with Me'nin yanında I'm Not the Only One ve Money on My Mind gibi birçok kaliteli işe sahip bir albümdü. Bunun sonucunda da Smith, ertesi yıl 4 Grammy’yi evine götürdü. Artık kendisine “yeni Adele” yakıştırmaları yapılıyordu. Bir de üstüne Bond filmi Spectre’nin jenerik müziği Writing’s On the Wall ile 88. Oscar Ödülleri’nde heykelciği kaptı. Bundan bir önceki Bond filmi Skyfall ile ödülü alan Adele’den sonra Smith de böylece yakıştırmaları daha da hak etmiş oldu.

            Artık Grammy’li ve Oscar’lı bir müzisyen olarak beklentileri de yükselten sanatçı, çok ara vermeden ikinci albümü The Thrill of It All ile geri dönüşünü yaptı. Albüm kapağından ve son klibinden anlaşıldığı kadarıyla da bayağı bir kilo vermiş olan şarkıcı, yeni imajıyla da şaşırtıyor. Smith, bu albümde kendisinden bekleneni, verdiği kilolar kadar, verememiş gözüküyor. Albüm için In the Lonely Hour'dan çok daha zayıf bir iş olduğu söylenemez. Buna rağmen Smith’in bu albümde de şarkı yazımında ufak bir sıkıntısı olduğu söylenebilir.


            İlk single olarak yayımlanan Too Good at Goodbyes albümün kalburüstü şarkılarından biri. Özellikle kişisel şarkı sözleri ile dinleyenlere samimi bir biçimde ulaşan bir parça. Bunun dışında Burning de şarkının ilk saniyesinden itibaren sanatçının hislerini en etkileyici ifadeyle anlattığı iş olmuş. Bu şarkıdaki vokal performansı gerçekten çok başarılı. No Peace ve HIM de albümün diğer dikkat çeken şarkılarından. Yalnız bu parçaların uzun uzun anlatılabilecek bir etkileyiciliği ne yazık ki yok. Albümün sonlarındaki ek parçalarda ise resmen bir sürpriz yer alıyor: Nothing Left for You. Gerçekten hem albümün hem de Sam Smith’in yaptığı en tatlı işlerden biri olmuş. Kaliteli bir düzenlemeye ve besteye sahip bu parça, çok özgün bir eser olmamasına rağmen, “kaliteli şarkı yazımı” konusunda çok değerli bir örnek. Sanatçı bu konuda daha çok yol almalı diye düşünüyoruz. Genel itibariyle albümde Writing’s On the Wall’dan daha özenle yazılmış bir parçaya rastlama şansımız (değindiğimiz şarkılar dışında) çok az.
            Sonuç olarak Smith için en çok yapılan eleştiri olan “şarkı yazarlığının kısıtlı bir seviyede olması” müzikseverler için elbette ki üzücü bir durum. İlk albümünde bütün dünyaya kanıtladığı üzere şarkıcı, oldukça sıra dışı bir sese sahip. Hatta bu sesi en doğru şekilde kullanıp, hissettiği duyguları naif ve pürüzsüz biçimde dinleyiciye aktarabilme yetisine de. Belki diğer büyük pop sanatçılarının yaptığı gibi bir şarkı yazarı ordusuyla çalışması, ilerideki işleri için müzisyene yol gösterici olabilir. Kendisi de olgunlaştıkça bu konuda eksik kalan yanını tamamlayacaktır. Sam Smith, 1992 doğumlu bir şarkıcı olarak şu an bulunduğu noktaya rağmen hala büyük potansiyel taşıyan bir isim. Neden daha fazlası olamasın ki?

            





21 Yaşında Hayatını Kaybetmesinin Ardından

Lil Peep - Come Over When You're Sober, Pt. 1

6,5/10







     
      Gustav Åhr isimli genç, çıkardığı birkaç mixtape ve Soundcloud kayıtları ile müzik piyasasına girdiğinde henüz 18 yaşındaydı. Annesinin onu küçüklüğünden beri hep Peep diye çağırmasından dolayı da Lil Peep sahne ismini almıştı. Tarz olarak ise gerçekten özgün bir yolda ilerliyordu: Etkilendiği sanatçılar arasında David Bowie, Gucci Mane ve My Chemical Romance gibi birbirinden alakasız isimleri söyleyen sanatçı, buna bağlı olarak da müziğini “emo-trap” tarzı adı altında ifade ediyordu. Sonuçta böyle bir akımın çok fazla temsilcisi de olmadığı için modern müzikte gerçekten yeni bir sayfa açmaya çalışan isimlerden biriydi. Hatta önemli müzik dergileri tarafından da “Emo’nun geleceği” olarak nitelendiriliyordu.


            İlk stüdyo albümü Come Over When You’re Sober, Part 1’ın turnesi kapsamında bir süredir yollarda olan müzisyen, 15 Kasım günü ise turne otobüsünde yanlış ilaç kullanımından hayatını kaybetti. Henüz 21 yaşındaydı: Bu kadar kısa süre içinde resmen birden yandı ve kül oldu. Tıpkı, Cobain’in intihar mektubunda da yer alan Neil Young dizesi  “It's better to burn out than to fade away” gibi. Hatta Peep, verdiği röportajlardan birinde de “Yeni Kurt Cobain olmak istiyorum.” diyordu. Tabii ki olması mümkün değildi; ancak geriye belli bir kitleye hitap edebilmiş yenilikçi bir müzisyen imajı bıraktı. Bu imaj sadece suratındaki dövmeler ya da marjinal yaşam biçimiyle değil, yayımladığı parçalar ile “ilk ve son albümüyle” gerçekleşti.

            Albüm, 24 dakikaya yakın süresiyle ortalama albüm sürelerine göre biraz kısa. Aslında bunun sayesinde de sanatçının ifade etmek istediğini, dinleyeni hiç sıkmadan aktarabildiği bir eser. Gündemdeki müzisyenleri takip edenlerin bildiği üzere rap’in yeni akımlarından olan trap’te şarkı uzunlukları da genelde çok fazla tutulmaz. Bunun da bir sonucu olarak karşımızda sadece 7 kısa parça var. Şarkıların hepsini kendisi yazan Lil Peep, albümün açılışını ise belki de en iyi işlerinden olan Benz Truck ile yapıyor. Özellikle “I don't wanna wait now. But i know you gon' make me. Who you wanna hate now? Pretty soon you gonna hate me.” sözleriyle şarkı, gerçekten akıp giden bir bölüme sahip. Parçanın, günümüz milenyum kuşağına hitap eden bir Mercedes-Benz reklam filmi gibi olan müzik klibi ise gerçekten ilginç. Evet, sadece ilginç.



            Save That Shit ise müzisyenin basit şarkı sözlerine rağmen vokal performansı sayesinde gayet başarılı bir parça. Ayrıca albüm genelinde de sık sık rastladığımız beat’lerde elektro gitar kullanımı da oldukça yakışmış. Gitarın hakim olduğu başka bir parça olan The Brightside da albümün en iyi şarkıların biri. Aynı zamanda albümün en duygusal işlerinden olan şarkı, sözleriyle ve vokalleriyle de emo kültürünün zirve yaptığı 2000’lerin başını da ufaktan anımsatıyor. Bunun dışında Awful Things ise şarkının kendisinden çok klibiyle dikkat çekerken Lil Peep, burada üzerinde “Ash is our purest form.” yazılı çakmağıyla kendisini diri diri yakıyor. Klibinde tasvirle vermek istediği mesajın birkaç ay sonra kısmen gerçek olması ise maalesef sinir bozucu. Albüm bir yana, “Come Over When You’re Sober, Part 2”nin de asla gelmeyecek ya da gelse bile “onun iradesiyle” gelmeyecek olması üzücü bir durum. Şarkı sözlerinden, milyonların takip ettiği Instagram hesabından ve müzik kliplerinden de anlaşıldığı üzere uyuşturucularla ilaçların hayatında bolca yer ettiği sanatçı, kendi sonuna da bu şekilde yaklaşmış oldu. Ayrıca ölmeden 1 gün önce de Instagram’da paylaştığı “When I die, you'll love me” başlıklı fotoğraf da maalesef düşündürücü. Çok başarılı bir isim olarak ifade edilemese de Lil Peep, tam anlamıyla umut vadeden bir müzisyendi. 21 yaşında böyle bir son, kalp kırıcı. 

25 Kasım 2017

Morrissey- Low in High School





Monarşiyi Baltalayan Bir Konsept Albüm:

Morrissey- Low in High School 

6/10






     
      Hem The Smiths ile hem de solo sanatçı olarak neredeyse tüm müzikseverlerin kalbine dokunmuş, kelimelerle ifade edilemeyecek bir ikon Steven Patrick Morrissey. Ayrıca şu an dinlemekte olduğumuz alternatif-indie müzik çatısı altındaki sanatçıların büyük bir bölümünün de ilham aldığı kişiliklerden biri. Bununla birlikte Morrisey, sadece müziğiyle de değil; aynı zamanda da hayat felsefesi, hayvan hakları savunuculuğu, vegan kişiliği ve savaş karşıtlığını her fırsatta dile getirmesiyle de toplumsal bir figür. Bir de bunların üstüne İstanbul’a şarkı yapacak kadar ülkemizi çok benimsemesi ve sürekli buraya konserlere gelmesi de kendisinin hayatımızdaki yerini daha da sağlamlaştırıyor. Tıpkı John Lennon ve Paul Simon gibi isimlerin yaptığı gibi, hem grubuyla hem de solo olarak çok büyük başarı yakalayan İngiliz sanatçı, şimdiye kadar tam 10 stüdyo albümü yayımladı. İlk albüm olduğu için de haliyle çok fazla The Smiths esintileri taşıyan “Viva Hate” , “Everyday Is Like Sunday” ve “Suedehead” gibi klasiklere sahip bir eserdi. Ardından, albüm bazında inişli çıkışlı bir yol izleyen şarkıcı, 2004 yılında ise adeta yeniden doğdu: Birçok hite sahip yedinci stüdyo kaydı “You Are the Quarry” ve sonrasında yayımladığı üç başarılı albümle beraber Moz, eski grubuyla da artık büyük ölçüde bağlı olmayan daha alternatif-rock ağırlıklı bir tarzda yol aldı.



            2017’de ise on birinci eseri “Low In High School” ile sanatçı, yaratıcılığını konuşturmaya hala devam ediyor. Albümde yine politik göndermelerin doruklarında bir anlayış var: Neredeyse her parça, siyasi bir anlam ifade ediyor. Kapak fotoğrafı da haliyle albümün içindeki şarkıları bir şekilde özetlemiş. Bunun dışında albüm hakkında genel olarak söylenebilecek en önemli unsurlardan biri, albümün çeşitliliği: Parçaların tarzlarının ve kullanılan altyapıların birbirinden farklılığı, eseri tam anlamıyla baştan sona dinlemesi keyif veren bir albüm haline getirmiş. Bu farklılık ise albüm, bir önceki Morrissey albümü gibi prodüktör Joe Chiccarelli tarafından doğru bir şekilde düzenlendiği için kayda resmen renk katmış. Böylelikle, baştan sona hiç sıkılmadan rahatlıkla dinlenebilecek bir albüm ortaya çıkıyor.

            Şarkının ismine ve anlattıklarına rağmen klibinde herhangi bir “yatak” görülemeyen “Spent the Day in Bed”, albümün ilk single’ı olarak çıktı. Ayrıca şarkıcının 18 Eylül’de açtığı Twitter hesabının da ilk paylaşımı bu şarkının ismiydi. Parça, sadece 1 defa dinlenildiğinde bile klavyenin öncülük ettiği akıcı melodi ve klasik Moz kafiyeleriyle birlikte hemen akıllarda yer ediyor. Sözlerinde ise “Stop watching the news! Because the news contrives to frighten you” gibi ironik bir üslupla da “cehalet erdemdir” ifade ediliyor. Albümün açılışını yapan parça “My Love, I'd Do Anything for You” ise üflemelileriyle tam bir Bond filmi müziğini anımsatırken, dinleyeni yakalayan bu melodisiyle de kaydın da en başarılı şarkılarından biri oluyor. Başka dikkat çeken eser ise “Jacky's Only Happy When She's Up on the Stage”: Şarkının ismine bakıldığında kişisel anlamlar içerdiği düşünülebilir; ancak Jacky burada Britanya Krallığı’nın bayrağı olan Union Jack’in kısaltılmışı olarak kullanılmış. Parça, referandum sonucunda Avrupa Birliği’nden ayrılmaya karar vermiş Britanya’ya gönderme yapıyor. Sonlara doğru duyulan “Exit!” nidaları da bu yüzden Brexit’e bir mesaj.



            “In Your Lap”te, daha şarkının başında bile Moz, “The Arab Spring called us all. The people win when the dictators fall.” ifadeleriyle söze Arap Baharı’yla giriyor. Teröre karşı bir duruşta muazzam sözlere sahip olan parça, enstrümantal olarak da çok doyurucu bir piyano performansıyla albümün en etkileyici eserlerinden biri olmuş. Tekrar tekrar dinlemek isteyeceğiniz bir parça bu. Bunun dışında, “The Girl from Tel-Aviv Who Wouldn't Kneel” ise bol bol Amerika eleştirileriyle sanatçının siyasal düşüncelerini bir kez daha dinleyenlerle paylaşıyor. Daha önce albümün çeşitliliği olarak ifade edilen farklı müzik tarzlarının ve altyapıların kullanılması hususu da özellikle bu parçada biraz daha Dünya Müziği’ne kayılmasıyla da görülebiliyor. Buna ek olarak, “When You Open Your Legs”in altyapısında da aynı çizgide gidilmiş.

Sanatçı, kendi müzik sınırlarını daha da genişletip dinleyicilere artık farklı bir açıdan yaklaşma yoluna gidiyor. Bu yolda da büyük ölçüde başarılı olduğu söylenebilir. Ancak daha önce birçok defa albümlerinde siyasi eserlere yer vermiş olan Morrissey’in bu kayıtta ise neredeyse tamamen bu yönde bir albüm yapması, şarkı yazarlığının yaratıcılığını olumsuz anlamda etkilemiş gibi. Bu şekilde bir konsept albüm yapmak her ne kadar çok değerli olsa da aynı zamanda çok zor bir iş. Bu nedenlerle de Morrissey hayranlarının büyük bir bölümü, beklentilerini bu albümle karşılayabilse de ona duygusal bağı olmayan kitle için ise bunu söylemek pek mümkün değil.

11 Kasım 2017

    



Carla Bruni'den Tatlı Bir Cover Albümü

Carla Bruni- French Touch

6/10

Kaynak: Wannart





 
      2008 yılında dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile evlenerek ismini ve güzelliğini tüm dünyaya duyuran Carla Bruni, modellik geçmişinin yanı sıra başarılı da bir müzisyen. Piyanist bir anne ve besteci bir babanın çocuğu olarak İtalya’da doğan Bruni, sanatçı kimliğini bu nedenle genlerine de borçlu. Eline gitarını alarak Fransız “chanson” kültürü ve Amerikan “folk” müziğini harmanlayan sanatçı, genellikle aşk ve hüzün üzerine şarkılar yazdı. Bu yüzden de eserleri buram buram Fransız romantikliği kokulu. Hatta neredeyse her parçasında ya “amour” ya da “chagrin” kelimesi geçer. Ancak Bruni, tıpkı “baba torpilli” Charlotte Gainsbourg ve Kanadalı muazzam yetenek Cœur de Pirate gibi bu klişenin hakkını gerçekten veren “ender” modern müzisyenlerden biri. Tarz olarak da daha çok Brigitte Bardot, Jane Birkin ve Françoise Hardy gibi ikonların peşinden giden eski First Lady, kariyeri boyunca 4 stüdyo albümü yayımladı.


            (500) Days of Summer filmindeki araba sahnesinde de çalan “Quelqu'un m'a dit”, sanatçının şimdiye kadarki en önemli hiti olarak gösteriliyor. Şarkıyla aynı adı taşıyan ilk albüm ise en önemli eseri gibi. “Le Plus Beau Du Quartier”, “Tout le monde” ve eski sevgilisine ithafen yazdığı “Raphaël” gibi parçalar da bu albümdeydi. Bu yüzden şarkıcının “Sarkozy dönemi”nden önceki bu eserinin aynı zamanda hala kariyerinin zirvesi olarak görülmesi, bu medyatik siyasi kariyerinin haliyle müzisyenliğini de arka plana attığını kanıtlıyor.
İkinci albümü “No Promises” hariç hep Fransızca albümler yapan Bruni, 2017 yılında “French Touch” isimli cover albümüyle tekrar eski aşkı İngilizce’ye dönüyor. Sanatçı, bu dilde telaffuzda ya da duyguyu aktarmada sorun yaşamamış. Ancak yine de Fransızca parçalardaki o hafif hızlı vokalleriyle birlikte sesinin karakteristik özelliğinin de bu albümde kaybolduğu söylenebilir: Hani bazı özel müzisyenler radyolarda dinlenildiğinde sadece ses tonundan bile tanınabilir ya, burada o hissiyat kaybedilmiş. Youtube’u açıp bu albümdeki cover parçaların isimleri aratıldığında ise çok daha “özgün” işlerle karşılaşmak mümkün. Ancak tabii ki her Carla Bruni albümü gibi bu kayıt da geride birkaç tatlı iş bırakmayı başarıyor.



“The Winner Takes It All”, bu albümdeki “Fransız dokunuşu” ile birlikte ABBA’nın olağanüstü pop klasiğinin hakkını verebiliyor. Özellikle, İsveçli grubun da güzelce ifade edebildiği bir İngilizce düzeyinde yazılmış olduğu için olsa gerek Bruni de bu parçayı söylerken ayrı bir etkileyici. Hatta bir de şarkıcının New York Times’a verdiği son röportajda belirttiği üzere bu düzenleme, Sarkozy’nin de -romantik bulduğu için- albümdeki favori parçasıymış. Kesinlikle de haksız değil. Bunun dışında, bir Depeche Mode güzelliği “Enjoy the Silence” da aynı şekilde çok başarılı yorumlanmış. Yine her zamanki Bruni havası var: Sakin, yer yer hüzünlü ve derin. Özellikle orijinal versiyonundaki synth yerine piyano kullanılması şarkıyı çok olgun bir şekilde dolduruyor.
The Rolling Stones klasiği “Miss You” ise belki de şarkıcının albümde kendi tarzının karakteristiğine en yakın bir şekilde uyarladığı parça. Aralara “Tu me manques”ları da serpiştiren müzisyen, ortaya cidden samimi bir eser çıkartıyor. Hatta Stones bile Twitter üzerinden Bruni’nin bu versiyonunu sevdiklerini belirtmişti. Bu şarkıların dışında, Lou Reed’in en özel işlerinden olan “Perfect Day”in de orijinalinden farklı bir şekilde hafif tempolu ve hatta akordeonlu hali de dinleyenler için ilginç bir deneyim olmuş.




Bruni, röportajında metal dinleyicisi oğlu için albüme “Highway to Hell”i de koyduğunu söylüyor. Ancak, blues etkileri de taşıyan bu düzenlemeyle birlikte şarkıyı alıp çok farklı diyarlara götürmek isterken maalesef o duyguyu dinleyene geçiremiyor. Aynı şekilde The Clash klasiği “Jimmy Jazz” de öyle. Sanki 13 yaşındaki Japon bir kızın evinde gitarıyla üç akor çalarak cover’ladığı ve hep aynı ses tonuyla şarkı söylediği bir Youtube videosu gibi. Albümün geri kalanı da aynı şekilde. Sonuç olarak bu Fransız dokunuşu, ne yazık ki sadece “düşünce olarak” tatlı bir proje. Aslında Paris’ten çıkan 20-21 yaşlarındaki herhangi bir yeni sanatçı için gerçekten çok başarılı bir cover albümü olabilirdi. Ancak, böyle bir kariyeri geride bırakmış bir sanatçı için biraz “kolaya kaçılmış” bir çalışma olmuş. Yine de ilk albümünden beri bekleneni veremeyen bir sanatçı için çok da fena olmayan bir albüm “French Touch”. Albüm turnesi kapsamında da 13 Aralık’ta İstanbul’a gelecek olan sanatçıyı ilk defa ülkemizde izleyebileceğiz.





Yeniden Yükselişe Devam:

Marilyn Manson- Heaven Upside Down

6,5/10

Kaynak: Wannart






Genel kanının aksine yıllardır piyasada solo sanatçı olarak bilinen ancak aynı zamanda bir müzik grubu olan Marilyn Manson, endüstriyel rock akımının başlıca temsilcilerinden biri. Akımın öncüsü olan Nine Inch Nails'ın yani Trent Reznor'un ise grubu keşfeden kişi olması bu yüzden tesadüf değil. Bununla birlikte, son 30 yılda 8 albüm yapmış Manson da kesinlikle bir ikon: Aslında "The Beautiful People" ve "This Is the New Shit" gibi kendi şarkılarının yanı sıra grup, "Tainted Love", "Personal Jesus" ve tabii "Sweet Dreams" gibi cover'lar ile akıllara daha çok kazındı. Vokaldeki Manson'un marjinal imajı da aslında bu başarının sebeplerinin önemli bir parçasıydı. Şimdilerde ise her zamanki görüntüsünün biraz daha normalleştirilmiş bir haliyle sahne alan sanatçı, grubuyla birlikte 9. albümleri "The Pale Emperor"ı 2015 yılında piyasaya sürdü. İçinde birçok blues rock ögeleri de içeren bu başarılı albümle birçok övgü toplayan Manson, düşüşteki kariyerinde bir nevi ikinci baharını yaşamış oldu. Ayrıca grup, albümün en iyilerinden “Killing Strangers”ı da “John Wick” filmine verdi. Böylelikle, tekrar yükselişe geçen başka bir sanatçı olan Keanu Reeves ve kurşunları, arka fonda bu şarkıyla birleşince ortaya muazzam bir film sahnesi çıktı.


Son albümüne benzer bir çizgide yoluna devam ettiği onuncu albüm “Heaven Upside Down” ile çok ara vermeden geri dönen Manson, kaldığı yerden devam ediyor. Albümün henüz ilk parçalarında bile fark edilen “Daha az blues’lu The Pale Emperor 2” hissiyatı, dinleyenlerin albüm ile ilgili bilgilere biraz göz atmasıyla da kesinleşiyor: Prodüktör koltuğunda bir önceki kayıttaki gibi gitarist Tyler Bates oturuyor. Grubun en yeni üyesi olan Bates, uzun zamandır film müzikleri üzerine çalışan çok başarılı bir müzisyen. “Guardians of the Galaxy” serisi, “Watchmen” ve “300 Spartalı” gibi filmlerin müziklerinde imzası olan Bates, bu albümde de gitarları ve düzenlemeleriyle etkisini hissettiriyor.



Vokal Manson, 50’ye dayanan yaşına rağmen hiç bitmeyen o enerjisi ve bir o kadar tutkulu şarkı söyleyişinin yanında ise her zamanki imaj orijinalliğine devam ediyor: Gotik makyajlar, ters haçlar, aykırı müzik klipleri, sahnede kendini sakatlama ve hatta seyirciye sahte bir tüfekle ateş açma gibi işlerin arkasında tabii ki o var. Albümün öne çıkan parçalarına gelince kayıt, “Revelation #12” ile her ne kadar fena olmayan bir açılış yapsa da albümdeki şarkı sözü sıkıntısı, kendini daha ilk dakikadan belli ediyor. “One, two, three, four, five, six, seven, eight, nine, ten. Revelations come in twelve, I'll say it again” gibi sözler, bu kolaya kaçma hususuna bir örnek. Sonraki parça “Tattooed in Reverse” ile yine kendisini dinleyen o kemik kitleye dini göndermelerle istediğini veren Manson, enstrümanların biraz etkisiz kalmasıyla şarkıyı maalesef derinleştiremiyor.
Parça isimlerindeki kelime oyunlarıyla dikkat çeken albümde ilk okunuşta bile akılda kalan ve “Caps Lock” destekli şarkı adı ise şüphesiz bu: “WE KNOW WHERE YOU FUCKING LIVE”. Böyle bir isme sahip bir parçanın narin bir Simon & Garfunkel icraati olamayacağı da tabii ki belli. Marilyn Manson, her zamanki öfkesini ve agresifliğini bu parçada yine konuşturuyor. Vokallerin ve gitarların adeta birer silah görevi gördüğü şarkı, albümün en iyilerinden biri. Ardından, SAY10 ile de “So you say GOD and I say SAY10” sözü hafızalara kazınıyor. Ayrıca Johnny Depp’in tanrıyı, Manson’un ise şeytanı oynadığı müzik klibinde ise grup, adeta “Die Antwoord o klipleri yapmayı bizden öğrendi!” mesajı veriyor. Ancak akılda kalıcı olsun diye basit şarkı sözü yazma hatasına bu parçada da düşülmüş.



“KILL4ME” de albümün başarılı işlerinden biri. Klavyelerdeki synth-pop sosu parçaya oldukça yakışmış. Albümün sonuna kadar olan kısımda ise pek etkileyici bir iş çıkaramayan grup, kayıttaki en doyurucu parçasını “Threats of Romance” ile sona saklamış. Özellikle piyanonun ön planda olması bile şarkıyı birkaç adım yukarı çıkarıyor. Ayrıca Tyler Bates’in gitarları da arada kalan bölümleri çok başarılı bir şekilde doldurup parçayı art arda dinlemesi zevk veren bir esere dönüştürüyor. Genel olarak ise “Heaven Upside Down”, beklentileri haliyle bir yere kadar karşılayabilen; ancak grubun bu yeni seyrinin ne kadar da doğru olduğunu kanıtlayan bir albüm. Yeniden yükselişte bir kariyer için de gerçekten sağlam bir hamle; yine de fazlası değil.