18 Haziran 2018








21. Yüzyıldaki Müzik Piyasasına Seviye Atlatan Albüm

Daft Punk- Random Access Memories

10/10





     
       Şiir dizesi gibi isimlere sahip 2 Fransız dahinin hayatımıza soktuğu Daft Punk, 1993 yılından beri müzik dünyasını istila etmeye devam ediyor. Guy-Manuel de Homem-Christo ve Thomas Bangalter ismindeki bu muazzam sanatçılar, fiziksel görünümlerini yıllardır gizleyerek de yaşadığımız bu Dünya adlı gezegene yabancı olduklarını belirtiyorlar. Onların aslında uzaylı olduklarını ise şuradaki yazımızda ifade etmiştik. Yaptıkları müzik bir nevi French House olan grup, tartışmasız bir şekilde elektronik müziği bugüne kadar en yenilikçi biçimde icra eden sanatçılardan biri oldu. 1997’de Homework albümleri ile ortamlara girdikten sonra 2001’de Discovery ve ardından 2005’te Human After All ile kendilerini defalarca kanıtladılar. Ayrıca 2010’da da Tron: Legacy filminin kendisinden daha ön plana çıkan muhteşem soundtrack’ine imza attılar. 2013 yılına geldiğimizde ise “yürek yemiş” bir biçimde disco / funk’a kayarak Random Access Memories adlı eseri yeryüzüne indirdiler.


            Kariyerlerinin en olgun dönemlerinde artık makine ve sampler müziğinden bıkmış olan grup, şu röportajda belirtildiği üzere bu albümde büyük ölçüde gerçek enstrümanlara yöneliyor. Aslında bir nevi de müziklerinin “kökenlerinin kökenlerine” iniyorlar: Disco ve Funk. Bu iki türün 70’lerin sonu ve 80’lerin başı Los Angeles’ına damga vurduğu yılları kendilerine ilham alan grup, artık çok daha büyük oynamaya karar veriyor. Halihazırda da müzik dünyasına synth’leri ve vocoder teknikleriyle damga vurmuş bu Fransız ikili, tamamen yeni sularda yüzüp kendi sınırlarını zorlamak istiyor. Sonucunda da belki de 21. yüzyıldaki müzik piyasasına seviye atlatan bir sanat eseri ortaya çıkıyor. Bunun ise en büyük sebebi, albümün inanılmaz bir “özen” ile yaratılması.


            Albüme harcanan emeği şu şekilde özetleyebiliriz: Daha önceki albümlerini araya tam 4 yıl koyarak yayımlayan grup, burada ise tam 8 sene sonra bir stüdyo albümü çıkarıyor. Tam olarak da bu emeğin başarısının sebebi bu: Yetenek + Emek = Başarı denkleminden de bu çıkarım yapılabilir. Bunun yanında, albüme bu özeni gösteren sadece Fransızlarımız değil; ön planda birçok ünlü konuk sanatçı var. Ayrıca, arka plandaki “az ünlülerden” Omar Hakim, Nathan East, Paul Jackson Jr. , James Genus ve John Robinson gibi, isimlerini Google’ladığınızda tonlarca başarı hikayesiyle karşılaşacağınız müzisyenler var. Daft Punk ise vocoder yani robot tarzı vokallerini koruyarak, geçmişte yapmış olduğu birçok hiti de baz alarak ufkunu tamamen genişletmiş gözüküyor. Albümün en büyük değeri ise bu eserin gerçekten de bir “albüm” olması. Baştan sona. Parçadan parçaya. Bu komple mükemmel bir albüm. Özellikle günümüzde çok sık karşılaştığımız bir özellik değil bu mükemmeliyet.


            Give Life Back to Music, hem acayip “doğru” bir mesaja sahip ismiyle hem de henüz ilk saniyelerinden itibaren melodileriyle albüme oldukça sağlam bir başlangıç oluyor. Kaydın saf bir funk yapısına sahip eserlerinden biri olan şarkı, efsane grup Chic’in efsane gitaristi Nile Rodgers’ın “trademark”ı olan o gitar akorlarıyla bizi hemen yakalıyor. Ayrıca efsaneleşme yolunda olan piyanist Chilly Gonzales’in de buradaki katkıları büyük. Ardından gelen The Game of Love ile tempoyu düşüren grup, eski albümlerinden alışık olduğumuz robotik ve duygusal parçalarından bize en “doğal” örneklerinden birini sunuyor. Bu doğallık ise tamamen enstrümanların canlılığı sayesinde; bu bir bilgisayar yapıtı değil.

            Giorgio By Moroder, “Disco’nun Babası” olarak anılan duayen İtalyan Giorgio Moroder’a ithafen onunla birlikte kaydedilmiş olağanüstü bir iş. Moroder, müzik ile tanışma hikayesini o harika aksanıyla bizlerle paylaştığında ve en sonda da “But everybody calls me Giorgio.” dediği anda dinleyiciyi tam olarak avucunun içine alıyor. Synth’lerin ve davulların birbirleri ile olan uyumu, şarkının 9 dakikalık süresini sizlere tamamen unutturuyor. Ardından gelen Within ise Gonzales’in piyanosunu tam anlamıyla konuşturduğu naif bir güzellik. Gonzales’in şuradaki Fransızca röportajda değindiği gibi grup, kendisine “bir aktörü yönlendiren bir yönetmen” edasıyla yaklaşmış. Ayrıca şarkının, grubun aşk kokan başka bir düşük tempo klasiği Something About Us ile çok tatlı benzerlikleri var. “I've been, for some time. Looking for someone. I need to know now. Please tell me who I am.” sözleri ise gerçekten tamamiyle kalbimize kazınıyor.


            Instant Crush, albümün belki de en duygusal işlerinden biri. The Strokes’un beyni ve kalbi olan Julian Casablancas’ın her zamanki vokal tarzından biraz daha ince bir tonda söylediği şarkı, bu albümün en değerlileri arasına rahatlıkla giriyor. Casablancas, hüzünlü vokallerinin yanında parçadaki gitarları da kendisi çalarken Daft Punk ise her zamanki synth’leri ile ruhumuzu delik deşik etmeyi başarıyor. Parçanın ağırlığına çok yakışan şu klip ise gerçekten de dinleyende yaratılan etkiyi kolayca artırıyor. Devamında gelen parça olan Lose Yourself to Dance, Rodgers’ın adım adım yürüttüğü “funky” gitarlarının ve yetenek abidesi Pharrell Williams’in tertemiz vokallerinin ustaca işlenmiş bir harmanı. Parça neredeyse 6 dakikalık süresine ve sürekli aynı ritim ile sözlere sahip olmasına rağmen o kadar başarılı bir prodüksiyona sahip ki loop tuşuna zevkle basabiliyorsunuz. Özellikle robotlarımızın “Come on!” tekrarları sayesinde dopdolu bir eser karşımıza çıkıyor.


            Bir başka prodüksiyon harikası eser olan Touch, usta müzik adamı Paul Williams’ın geçmiş yılları anımsatan vokal tarzıyla birlikte acayip değişik tada sahip bir şarkı. Hatta biraz zorlarsak, Sébastien Tellier’in La Ritournelle’ine de yakın bir özgürlükte. Parçanın ortasından itibaren enstrümanların girişiyle ve sonlarına doğru koronun “Hold on, if love is the answer, you're home.” sözleriyle aklımızı başımızdan alan başka bir Daft Punk güzelliği. Sonrasında gelen eser, Get Lucky hakkında ise söylenecek çok bir söz yok. Bu yüzyılda yaşıyorsanız, bu şarkıya bir şekilde denk gelmişsinizdir: Böyle bir büyüleyiciliği tarif edebilmek mümkün değil. Tıpkı Pharrell Williams’ın bu albüme yapılan belgesel için şu videoda değindiği gibi bu şarkı, tamamiyle inanılmaz bir deneyim. Yayımlandığı yıl, Grammy’lerin çoğunu şuradan görebileceğiniz üzere süpüren ve bu albüme de Yılın En İyi Albümü Ödülü’nü kazandıran hit bu şüphesiz.


            Beyond, robot ikilinin funk gitarlarının bu sefer sakince işlendiği ve uzaylı vokalleriyle de her zamanki hissiyatı yarattığı önemli bir Daft Punk eseri. Bir sonraki parça ise ikilinin kariyerlerinin büyük bir bölümünde olduğu gibi enstrümantal bir eser: Motherboard. Özellikle, flütü andıran enstrüman kullanımları ve adeta bir soundtrack havası taşımasıyla dinleyiciyi yormadan zevkle dinlenebiliyor. Temiz enstrüman kullanımlarıyla Fragments of Time ve tekrarlarıyla geçmiş Daft Punk eserlerini andıran Doin It Right şarkıları ise albümün robot soslu başka güzelliklerinden oluyorlar. Albümün son parçası Contact ise hem kullanılan “Houston” göndermeli konuşmaları hem de synth’li bölümlere geçişleriyle akıllardan çıkmayacak bir şarkı oluyor. Parçadaki davul ise bambaşka bir hikaye. Genel olarak ise albüm, şuradaki gibi Thriller ilhamlı kapağı ve bilgisayar RAM’ine atıf yapılan “insan beyni ve hard disk arası” isminin yansıttığı gibi bir şaheser. Zamanın sonuna kadar ise insanoğlunun dinleyeceği bir sanat eseri. Dinleyin ve uzaya yol alın!



 Kaynak: 1.




Sanat, Sanat İçin Midir Yoksa Toplum İçin Midir?







       
  Özellikle lise düzeyinde edebiyat dersi görmüş her ilgili öğrencinin bir defa kafasını kurcalayan bir sorudur bu. Nedeni ise çok basit: Birbirleriyle tamamen ayrı olan bu iki hayat görüşünün zıtlığı, bize çekici gelir. Görüşlerin kendi içlerindeki mantıksal farklılığı, bizi o yaşlarda lise sıralarında bile düşündürür. Mesela Romantizm ve Realizm akımlarının birbirleriyle siyah ve beyaz kadar farklı olması, insana ilginç gelir. Bir tarafta sanat bir dışavurum olduğundan onun tanımının bir nevi özü olan “Sanat, sanat içindir.” anlayışı; diğer tarafta ise üretilen bir sanat eserini tüketen topluluğun fikirlerinin değeri. Aslında bu yüzden, iki taraf da kendi içlerinde doğru. Halbuki bu ikilem, sandığımızdan çok daha uzun bir süredir, hatta yüzyıllardır hala durmadan tartışılıyor.


Biraz kökenleri inceleyelim: Fransız yazar Théophile Gautier’nin bu hususu ilk defa 1835 yılında Mademoiselle de Maupin isimli eserinde ele almış. İlk başlarda da haliyle Fransızca olan “l’art pour l’art” yani “sanat için sanat” görüşü, daha sonra da İngiliz / Amerikan sanatçılar tarafından “art for art’s sake” olarak çevrilmiş. Bu Amerikalıların en değerlilerinden Edgar Allan Poe da tartışmayı tam olarak kendi ifadesiyle “This poem written solely for this poem’s sake” (The Poetic Principle, 1850) olarak özetlemiş. Ona göre yazdığı bu şiir, sadece şiir içindi. Bunun yanında, ilginç bir bilgi: 1924 yılında kurulmuş tarihin en eski ve önemli sinema şirketlerinden Metro-Goldwyn-Mayer (MGM)’in de o ikonik aslan logosunda da ifadenin Latincesi “Ars Gratia Artis” yazıyormuş. Logoyu ve aslanı daha fazla merak edenler Barış Özcan’ın şu muazzam videosuna göz atabilir.


Biraz da bu ikileme farklı alanlardaki değerli isimlerin gözünden bakalım: Milattan önce zamanlara yola çıktığımızda Aristo’nun “İnsan, sosyal bir hayvandır.” nitelemesini ele alabiliriz. Dolaylı olarak da insanoğlunun ürettiği sanatın da yine içinde yaşadığı sosyal toplum için yaratıldığı çıkarımı yapılabilir. Zamanda sıçrama yapıp 19. yüzyıla geldiğimizde ise Nietzche, Putların Alacakaranlığı eserinde “Sanat, sanat içindir demek; şeytan, ahlakı üstleniyor demektir!” yorumunu yapmış. Buna karşın, benzer dönemden Balzac ise “Roman kahramanlarının kaderleri benim bile elimde değildir ve sanat dediğimiz şey de tam olarak budur. Çünkü sanat, sanat için vardır.” ifadelerini kullanmış.


Bizlere çok uzak olmayan bir döneme gittiğimizde ise George Orwell, ikilemin toplum ayağının besleyiciliğine vurgu yapmış: “Sanatın siyasetle hiçbir ilişkisi olmaması gerektiği düşüncesinin ta kendisi siyasal bir tutumdur… Geçmişteki yaptıklarıma baktığımda, siyasal bir amaçtan yoksun olduğum her durumda, cansız kitaplar yazdığımı, dokunaklı bölümlerin gösterişine kapıldığımı, anlamsız tümceler, süslü nitelemeler kullandığımı ve yapıtı genel olarak ipe sapa gelmez şeylerle doldurduğumu görüyorum.”. Yakın dönemden Paul Auster ise bu konuyu, Görünmeyen isimli romanında bir hayli özgün bir biçimde özetlemiş: “Sanat, mutlu azınlık içindir.”. Bu açıdan bakıldığında, birçok sanatçının da daha önce değindiği gibi şu yorumu yapılabiliriz: Sanat’ın ne için olduğu içinde yaratılan topluma göre değişir. Böylece bu hususu kendi toplumumuza indirgediğimizde de Atatürk’ümüzün şu sözü unutulmamalı: “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur.”.


Sonuç olarak, bu önemli isimlerin görüş örnekleri sayısız bir şekilde çoğaltılabilir; çünkü daha önce de ifade ettiğimiz gibi “Sanat için mi toplum için mi?” tartışması insanın duygu, düşünce ve fikirlerini dışa vurduğu anlardan beri sürmekte. Sanatın sübjektifliği söz konusu olduğu için de doğal olarak yüzyıllardır her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. Bu kadar değerli isimlerin dışında, bir nevi kamuoyunun da nabzını tutan ve kendi dilimizde olan güncel yorumları okumak için de Ekşi’nin şu başlığına göz atabilirsiniz. Soruyu herhangi bir çözüme net bir şekilde bağlamak güç olsa da en basit şekilde düşünelim: İnanılmaz yetenekli bir şarkıcı, mesela Freddie Mercury, sadece odasında kendi kendine şarkı söylese onun bu özelliğinin nasıl bir değeri olur? Ancak sadece seyircilerin zevki için de şarkı söylememeli; o zaman ise sanatçı, benliğini yitirir. İşte bu yüzden, iki tarafı da kendi içlerinde haklı görebilmek mümkün.



Kaynak: 1, 2, 3, 4.