6 Temmuz 2014

    


Danger Mouse ile Yükselişe Devam

The Black Keys- "Turn Blue"

8/10



        The White Stripes’ın müzik dünyasına kazandırdığı “garage blues-rock duo” sıfatının belki de onlarla birlikte en fazla hakkını veren gruptur The Black Keys. Sadece iki kişi ile modern müziğin giderek pop odaklı hale geldiği bir piyasada blues yapmak gerçekten de kolay bir iş değil. Hatta bir de geleneksel rock n roll karakterinde yapılan blues ise -kaliteli olduğu takdirde- günümüzde yapılması çok daha değerli bir müzik türü haline geldi. Ohio’nun Akron şehrinde aynı mahallede oturan Dan  Auerbach ve Patrick Carney tarafından lise yıllarında kurulan The Black Keys de müzik kariyerine bu tarzda parçalar icra ederek başladı: Kısıtlı imkanlarla birer yıl arayla çıkardıkları ilk üç albümleri ve dördüncü kayıt “Magic Potion”, içerdikleri birbirinden başarılı blues parçalarıyla grubu piyasada önemli bir konuma getirdi. Bu süreç sonrasında, Gorillaz’ın kült albümü “Demon Days” ve Gnarls Barkley’i meşhur etmiş debut albümü “St. Elsewhere” gibi kayıtlarda yaptığı prodüktörlükle dünyaca ünlü bir müzik adamı haline gelmiş Brian “Danger Mouse” Burton, gruba 2008’de çıkan yeni albümleri “Attack & Release”de katıldı. (Son zamanlarda da kendisi U2’nun yeni çıkacak albümü ile meşgul.) Yapmış olduğu işlerde, günümüz müziğinin de olmazsa olmazı haline gelen “alternatif indie” tadında eserler yayınlamış olan sanatçı, albümde The Black Keys’e de bu etkiyi aşıladı. “I Got Mine”, “Strange Times” ve “Lies” gibi parçaları içeren albüm, önceki işlerinden bile çok daha olumlu eleştiriler aldı. Yaşanan bu değişim, rap sanatçılarıyla yaptıkları “Blakroc” isimli rap-rock albümü ve Auerbach’ın ilk solo albümü “Keep It Hid” gibi gruba farklı çalışmalar yapma cesareti de sundu.




            Grubun müziğinin esas değişimi ise bir sonraki albümleri 2011 çıkışlı “Brothers” ile oldu. Hatta değişimden öte grup, müziğini bu albümle tam anlamıyla “geliştirdi”. Dünya çapında 1 milyondan fazla satan albüm sayesinde grubun müziği çok daha farklı kitlelere de ulaştı. Bunun yanında grup, 3 tane de Grammy’i evine götürdü. Özellikle “Tighten Up” ve “Howlin’ for You” albüm hitleri oldular ancak albüm zaten bütünüyle de kendisini defalarca dinletebilen komple bir eserdi. Hemen ertesi yıl yine Danger Mouse’un eşliğiyle “El Camino” isimli 7. albümleri yayınlandı. Bu albüm de öncekinden geri kalmadı ve aldıkları eleştirilerle satış rakamları sayesinde giderek yükselen çizgilerini sürdürdüler: Albümle tam 4 Grammy alan The Black Keys artık bu albümle birlikte “modern rock n roll”a yakın bu müzik türünün belki de dünyadaki en önemli temsilcilerinden biri haline geldi. “Lonely Boy”, “Gold on the Ceiling” ve “Little Black Submarines” gibi parçalar şimdiden birer klasik haline geldi. Grubun bu başarısına paralel olan değişimleri sonucunda aslında ilk albümlerindeki o saf blues tonlarından da yavaş yavaş uzaklaşıldı. Hal böyleyken grubun birçok hayranı ve müzik yazarı tarafından fazlaca eleştirilmesi de kaçınılmaz oldu. Ancak yine de tabii ki 2008 sonrası grubun gerçekten de büyük aşama kaydettiği ve kendilerini sürekli geliştirdikleri rahatlıkla söylenebilir.





            Gelişimin bir parçası olarak da artık psychedelic etkili sularda yüzmeye karar veren grup 3 yıllık aranın ardından geçen mayıs ayında “Turn Blue” isimli yeni albümlerini piyasaya sürdü. Bu sefer prodüktörlüğün yanında şarkı yazımında da gruba eşlik eden Mouse, artık neredeyse grubun  üçüncü üyesi gibi. Albüm kapağı ise hem bir psychedelic gönderme yapıyor hem de albüm ismini niteliyor. Bunun yanında, bu hüzünlü albüm ismiyle birlikte parçaların genel yapısı da önceki albümlere göre daha fazla kişisel şarkı sözlerine sahip: Bu duygu yükünün oluşmasında vokal Dan Auerbach’ın (intihara eğilimli) karısından boşanma süreci de şüphesiz etkili olmuş. Ancak tabii ki “Turn Blue” bu sürece rağmen yine alışıldığı gibi çok başarılı bir iş: Özellikle parçaların besteleri her zamanki The Black Keys işleri gibi çok çeşitli ve derin bir yapıda.

            Parçaların üzerinde oldukça uğraşılmış eserler oldukları hemen ilk dinleyişte dikkat çekiyor.  Bunun getirdiği bir artı da albümde çok fazla hit potansiyelli şarkı olması: Özellikle belki de bütün albümün de üstünde bir parça olan, psychedelic düzenlemesiyle Pink Floyd çağrışımları yapan, hatta büyük ihtimalle uzun yıllar sonra bir rock klasiği olarak hatırlanacak, albümün ilk parçası “Weight of Love”, grubun belki de şu ana kadar yaptığı en iyi işlerden biri. Her ne kadar 6:50 dakikalık süresiyle radyolar için ideal bir single parçası olmasa da parçanın yakında adından söze ettireceği kesin gibi. Buna karşılık grup, geçtiğimiz günlerde gerçekleşen dünyaca ünlü Glastonbury Festivali’nde de şarkıyı çalmamayı tercih etti. Gerçi yeni albümden sadece 2 parça çaldılar, sebebini anlamak gerçekten güç.




            İlk müzik klibi olarak yayınlanan “Fever” ise tam tersi şekilde sanki bir Foster the People parçası havasında bir single. Kolayca akılda kalıcılığıyla çıkış parçası olarak doğru bir seçim olan bu parça, klavyelerin yoğun olarak kullanıldığı bas ağırlıklı bir indie-rock şarkısını andırıyor. Yine de bu parçayla birlikte albümdeki elektronik yapının diğerlerine göre biraz daha arttığı rahatlıkla söylenebilir. Ancak bu yine de grubun blues köklerini kaybettiği anlamına gelmiyor: Özellikle üçüncü single “Bullet in the Brain” kendilerine yakışan çok dolu bir Black Keys parçası. Bunların yanında “In Time” ve “In Our Prime” da kesinlikle albümün sözü edilen yüksek hit potansiyelli niteliğinin birer parçaları. Aynı zamanda ilk albümlerinden çıkmış gibi bir “It’s Up to You Now” ve albüme adını veren “Turn Blue” da albümün öne çıkan parçalarından. Klavyeler eşliğindeki nakaratıyla “10 Lovers” ve son parça "Gotta Get Away" yine dikkat çeken başka şarkılar.



            Danger Mouse ile çalışılan dördüncü albüm olan “Turn Blue”, beklentileri boşa çıkarmadı ve yine gruba yakışır bir şekilde eleştiriler aldı. Özellikle Dan Auerbach, şarkı sözleri, soloları, riffleri ile ne kadar yaratıcı bir şarkı yazarı olduğunu gerçekten bir kez daha kanıtlamış oldu. Grup dışında Lana del Rey’in geçtiğimiz günlerde çıkan albümü “Ultraviolence”da da prodüktörlük görevini üstlenmesinin yanında gitarları da çalan Auerbach, yaratıcılığını başka sanatçılarla paylaşmaktan da  çekinmiyor. Özetle The Black Keys,  gerçekten çok takdir edilesi bir şekilde hem köklerine bağlı, blues esintileri taşıyan, hem de modern tınıları olan, ticari amaca da bağlı olmamaya çalışarak yani sadece yapmak istedikleri müziği icra ederek çok başarılı bir albümü daha müzikseverlerin beğenisine sunmuş oldu. Artık canlı performanslarında da yeni albümden parçaları bir an önce dinlemek ve esas bu deneyimi ülkemizde de yaşayabilmek dileğiyle.