24 Mart 2018






Duyguları Sonsuza Kadar Yaşatacak Albüm

Jeff Buckley- Grace

10/10






       
     Jeff Buckley, eşi benzeri olmayan sesi, gitara olan hakimiyeti ve muazzam şarkı yazarlığıyla komple bir müzisyendi. 1997 Mayıs’ında hayatını kaybettiğinde ise henüz 30 yaşındaydı. Bu kadar genç yaştaki ölümü, büyük bir kesim tarafından tahmin edilebileceği gibi alkol ya da uyuşturucu etkisi altında olmadı. Üstelik, bu trajik ölümü intihar da değildi: Memphis’teki Wolf River limanında yüzerken yanlışlıkla boğulmadan dolayı öldüğü açıklandı. Esas acı olan ise, Song to the Siren ile hatırladığımız bir başka yetenek abidesi olan babası Tim Buckley’nin 28’inde gittiği gibi bu kadar erken yaşta aramızdan ayrılmasıydı. Hem de babasının aksine, daha bir evladı olduğunu göremeden bu dünyadan ayrıldı. Ancak yine de Jeff Buckley’nin başka anlamda bir evladı vardı, o da kendisi gibi eşsizdi: 1994 yılında yayımladığı ilk ve tek solo albümü Grace.


            Grace albümünde olağanüstü bir duygu yükü var. Bu yük, o kadar derin ki bunu kelimelere dökebilmemiz çok güç. İnsanlık, müzik tarihi boyunca birçok harika ses ile karşılaştı; ancak bu denli bir duygu aktarımı yaşatan gerçekten çok az sanatçı mevcut. Hissettiklerini tamamiyle dinleyiciye aktarabilen bir müzisyenin albümü bu. Hatta albüm, sadece sanatçısı genç yaşta hayatını kaybetti diye gereğinden fazla şişirilen bir eser de değil, alakası yok. Tam tersi bir deyişle şunu bile söyleyebiliriz ki bu kayıt, başından sonuna kadar –bütün parçalarıyla- gelmiş geçmiş en özel müzik albümlerinden biri. Özellikle bu devirde bütün parçaları güzel olan bir eser bulmak gerçekten zor. Grace, bu anlamda bir başyapıt.


            Mojo Pin ile açılan albüm, dinleyiciyi adeta bu sanat eseri kayda hazırlayan bir parça. Aynı zamanda, sanatçının şarkılarını icrasındaki en önemli özelliklerinden olan o “doğaçlama havası” da burada buram buram hissediliyor. Bu nedenle de stüdyo kayıtlarının kusursuzluğu bir yana, Buckley’nin canlı performansları da ayrı bir güzellikte. Özellikle, meşhur Chicago performanslarına göz atılması şart. Bu parçanın ardından gelen, albüme adını veren Grace, sanatçının unutulmaz riff’leriyle gitaristliğini de konuşturduğu eserlerden biri. Jeff Buckley denildiğinde akla ilk gelen parçalardan olan şarkı, “Wait in the fire” nakaratıyla dinleyiciyi adeta yakalayan bir eser. Ayrıca, dünyanın faniliği hakkındaki ince detaylı şarkı sözleri de sanatçının kaleminin ne kadar güçlü olduğunun bir kanıtı.


            Last Goodbye ile devam eden albüm, “Kiss me, please kiss me. But kiss me out of desire, babe, not consolation” sözleriyle, daha önce bahsettiğimiz o duygu yoğunluğunu hissettiren bir yapıya sahip. Albümün bütünlüğünde olduğu gibi alternatif rock ve folk rock karakterleri arasındaki şarkı, akustik gitarlarıyla tam anlamıyla akıp gidiyor. Albümde bulunan cover’lardan ilki olan bir James Shelton şarkısı Lilac Wine ise Buckley’nin en duygusal işlerinden biri. Daha ilk saniyesinden sizi alıp uzak yerlere götüren parça, sadece sanatçının “Listen to me” deyişini duyabilmek için bile dinlenebilir.

            Gitarların hakimiyetinin hissedildiği parçalardan olan So Real, aynı zamanda sanatçının sesinin de iniş-çıkışlarının üst düzeyde olduğu işlerden biri. Ayrıca, sonlardaki “I love you, but I'm afraid to love you.” sözlerindeki sanatçının sesindeki o “teslimiyet” duygusu da akıllardan kolay kolay çıkmıyor. Ardından, Hallelujah ile birlikte, belki de gelmiş geçmiş en başarılı “boynuzun kulağı geçmesi” anlarından birine şahit oluyoruz: Büyük üstat Leonard Cohen’in en ünlü eserlerinden biri olan bu şarkıyı Buckley, kendine has bir şekilde öyle bir yorumluyor ki aynı zamanda onun da bir parçası haline geliyor. Bir jenerasyonun da The O.C izlerken ilk defa tanık olduğu bu parçanın Buckley yorumu, nesilden nesile ölümsüzlüğünü korumaya devam ediyor.


            Lover, You Should’ve Come Over, özellikle sonundaki 4 farklı “It's never over...” bölümüyle kalpleri fetheden bir başka Jeff Buckley şarkısı oluyor. Ayrıca parçanın verse’lerinin arasındaki ufak gitar dokunuşları da şarkıyı zenginleştiriyor. Corpus Christi Carol ise albümdeki bir başka harika cover. Parça çok eski bir geleneksel İngiliz ilahisi. Sanatçının o eşsiz sesindeki NME’nin ifade ettiği üzere o falsetto ve kafa sesi karışımı hali, albümün tamamında olduğu burada da ağızları açık bırakıyor. Ardından gelen Eternal Life, enerjik gitarlarıyla sanatçının albümdeki en agresif ve hatta biraz da en grunge hali oluyor.

            Albümün belki de en özel parçalarından ikisini en sona saklayan Buckley, Dream Brother ile özellikle ilk saniyesinden son anına kadarki prodüksiyonuyla tekrar tekrar dinlenicek bir şarkıya imza atıyor. Ayrıca, bu kadar unutulmaz şarkı sözleri içeren bir albümün belki de en vurucu sözleri de burada saklı: “Don't be like the one who made me so old. Don't be like the one who left behind his name. Cause they're waiting for you like I waited for mine. And nobody ever came.”. Buckley, parçanın ismindeki “hayalindeki kardeşi” olacak kadar yakın bir dostu olan Chris Dowd’a yazdığı bu şarkıda, kendi babasının hamile annesini bırakıp gitmesini anlatıyor. Dowd’un da bunu aynı şekilde yapmamasını istiyor.


Forget Her ise bu muhteşem albüme layık bir kapanış yapıyor. Özellikle bu duygusal nakarat ile birlikte de Buckley, söyleyecek her şeyini söylemiş oluyor: “Don't fool yourself, she was heartache from the moment that you met her. My heart feels so still as I try to find the will to forget her, somehow. Oh, I think I've forgotten her now.”. Böylelikle şunu biliyoruz ki bu albüm, Buckley’nin duygularını sonsuza kadar yaşatacak!


Kaynak: 1