Bambaşka Dünyalara Götüren Ölümsüz Şarkı
Pink Floyd- Hey You
Kaynak: Wannart
“Open your heart, I'm coming home”
Müzik tarihinin gelmiş geçmiş en önemli birkaç topluluğundan
biri olan Pink Floyd, rock müziğin ana akıma taşınıp zirvesini yaşadığı 60’lı,
70’li ve 80’li yıllar arasında popüler olan konsept albüm geleneğinin de ikonik
temsilcilerindendi. Grup, 70’lerin sonlarına doğru halihazırda 3 mükemmel
albümü art arda yayımlamış bir sansasyondu: Tarihinin en değerli kayıtlarından olan
şaheser The Dark Side of the Moon (1973), kusursuzluğunu daha önce detaylı incelediğimiz
Wish You Were Here (1975) ve Orwell’a gönderme yapan muazzam Animals (1977).
Grup, art arda yarattığı bu güzelliklerin sonucunda yine de yaratıcılığından
hiçbir zerre kaybetmedi; liderlerinden Roger Waters’ın dahiliği sayesinde başka
bir derin yolculuğa yelken açtı: The Wall (1979).
Topluluğun başka bir konsept eseri olan The Wall, çift albümlük
olağanüstü bir progresif art rock opera’sı. Konseptinin hikayesinde ise özetle
Pink isimli genç bir rock yıldızının hayatına değinen grup, onun depresyon
yüzünden giderek kendinden ve toplumdan izole olmasının sonucunda ruhunda
sembolik bir duvar örülmesini ele alıyor. Öyküyü kaleme alan Waters, birçok röportajında
değindiği üzere bu başkarakteri yaratırken kendi hayatından ve grubun ölümsüz
üyesi Syd Barrett’tan esinlenmiş.
Birbirinden derin anlama sahip olan birçok metaforun yer
aldığı bu hikaye, Pink’in kendini soyutlaması ve iletişimsizliğinin bireyselliğinden
başlasa da giderek daha toplumsal bir örgüye dönüşüyor. İnsanlara dayatılan
toplumsal sistemler ve 2. Dünya Savaşı sonrası psikolojisinin yoğun bir şekilde
işlendiği eser, aynı zamanda Bob Geldof’un başrolünde olduğu unutulmaz bir
sinema eserine de evrilmişti: Pink Floyd: The Wall (1982).
Dört bölüme ayrılmış olan albümün üçüncü kısmının ilk
şarkısı Hey You ise bu filme girebilmeyi başaramasa da dünya üzerinde 7’den
77’ye bütün Pink Floyd sevenlerin kalbine girmeyi başarmış bir eser. Filmin fazla
uzun olacağından endişelenildiğinden son versiyonuna dahil olamayan bu klip, grupta
kesinlikle bir pişmanlık yaratmıştır; çünkü şarkı, yıllar içinde dörtlünün en değerli
eserlerinden biri haline geldi!
Hikayenin olay örgüsüne göre bu şarkı esnasında başkarakter Pink,
duvarı örmeyi yeni bitirdikten sonra yavaş yavaş pişmanlık duymaya ve kendisini
dünyadan izole etmenin aslında ona daha büyük sıkıntılar yaşatacağına inanmaya
başlıyor. Kendisini tam psikolojik olarak hazırlamış ve motive olup hayaller
kurmuşken, şarkının ortası sırasında duvarın ötesini görüp duyamadığını ve
buradan belki de bir kaçışın olmadığı gerçeğinin farkına varıyor.
Şarkı, Gilmour’un akustik gitarlarının arpejleriyle naif bir
tonda açılış yaparken bir süre sonra olaya bas gitar dahil oluyor. Her zamanki
gibi Waters’ın bas gitarı sandığımız bu enstrüman ise aslında hem Gilmour
tarafından çalınmış hem de perdesiz bir bas! Ardından, usul usul giren
vokaliyle de birlikte David Gilmour, böylelikle intro bölümünün tamamına imza
atmış oluyor. Ayrıca buradaki sözlerle de duvarın ötesine ulaşmak için daha
önce sözünü ettiğimiz hayalleri ve motivasyonu yakalamaya çalışıyor:
“Hey you, don't help them to bury the light. Don't give in
without a fight”
“Hey you with your ear against the wall, waiting for someone
to call out. Could you touch me?”
Albümün çoğu şarkısı gibi Hey You da Waters tarafından
kaleme alınmış ve bestelenmiş bir güzellik. Her ne kadar o derin şarkı sözlerinin
ve huzurlu melodilerin çekiciliği ayrı olsa da parçanın en can alıcı noktasının
baş mimarı hiç şüphesiz David Gilmour oluyor: 1:55’ten sonra Nick Mason’ın aniden
giren davullarıyla adeta asist yapmasının ardından efsanevi gitarist Gilmour,
dinleyenleri birkaç saniye de olsa bambaşka dünyalara ve bambaşka kafalara götürmeyi
başarıyor.
Dinleyenini adeta göğe yükselten bu solonun hemen ardından,
vokallere Waters geçiyor. Gilmour’un sesiyle hayallerine ulaşmaya çalışmış Pink’e
artık hayatın gerçeklerinin farkına varmasını söylüyor. Bu farkındalığı ona direkt
bir şekilde “But it was only fantasy” sözleriyle yaşatıyor. Artık kahramanımızın
hayal kurmasına gerek yok çünkü:
“The wall was too high, as you can see
No matter how he tried, he could not break free
And the worms ate into his brain”
Waters, Gilmour’un bölümüne kıyasla yukarıdaki dizelerde
artık (acı gerçeği) anlatıcı rolünde ve Pink’ten üçüncü tekil olarak bahsediyor.
Pink’e yapacak bir şeyi olmadığını ifade eden Waters, onu gizliden gizliye sonunda
faşizm ile yüz yüze gelip bütünleşeceği bir yola hazırlıyor; çünkü buradaki worms
(solucanlar), çürümeyi yani diktanın kontrolündeki sistem altında beyni çürüyen
insanları temsil ediyor.
Son verse’te ise Waters, tıpkı Gilmour’unki gibi konuşup pozitif
olmaya çalışan bir ruh hali içinde ve son umutların tükenmeyeceğini dile
getiriyor:
“Don't tell me there's no hope at all
Together we stand, divided we fall”
Orijinali, ABD’nin 2. Dünya Savaşı kampanyaları sırasındaki
mottolarından biri ve şu an hala Kentucky eyaletinin “resmi sloganı” olan “United
We Stand, Divided We Fall”dan gelen yukarıdaki bu dizeler, toplumsal direnmenin
gücünü betimliyor. Buna rağmen Waters’ın son kelimeleri de (maalesef) “We Fall”un
tekrarlanarak fade out’lanması oluyor; yani gerçekten kaçış yok, düşüyoruz!
Umarız artık hem birey hem toplum olarak bir şeylerin farkına varabiliriz!