Fransız Sinemasına Derin İzler Bırakmış Bir Dostluk
Intouchables (2011)
Kaynak: Wannart
“Philippe: Söyle bana Driss, sence neden insanlar sanatla
ilgilenir?
Driss: Bilmiyorum. Sanat, bir iş olduğu için mi?
Philippe: Hayır. İnsanın ardında bıraktığı yegane şey olduğu
için.”
Fransa, sanat tarihi boyunca beyaz
perde için hep özel bir ülke olmuştur: İsimlerini teker teker saymak istersek burada
4-5 paragrafı rahatlıkla doldurabileceğimiz birinden değerli filmler ve yönetmenler,
bu sanat aşığı ülkeden çıkmıştır. Örneğin, daha önce değindiğimiz La Nouvelle Vogue akımı, Le Voyage dans La Lune vs. birçok iş, sinema sanatının
evriminde kritik rollere sahiptir. Bu nedenle Fransız Sineması, sadece o ülke
için değil; aynı zamanda bütün dünya için de ilham verici bir gelenektir.
Son yıllarda ise bu geleneğin modern
dünya sinemasında giderek azalan etkisini yeniden canlandıran nadir filmler
izleyebiliyoruz. Bu modern klasiklerin en önemlilerinden biri olan Intouchables,
internet jenerasyonunun sinema mabedi olan IMDB’nin malum 500’lük listesinde
ilk 50’ye girebilmesiyle bile yaratmış olduğu küresel etkiyi kolayca kanıtlayabilir.
Kısaca film, bir yamaç paraşütü
kazası sonrası vücudu felç olan oldukça zengin bir adamın kendisine bakıcılık
yapması için hapisten yeni çıkmış bir genci işe almasından sonraki olayları
konu alıyor. Hikayenin esas ilginç kısmı ise olayın tamamen gerçek olması:
Fransa’nın sayılı zenginlerinden Philippe Pozzo di Borgo ve Cezayir asıllı
bakıcısı Abdel Sellou’nun gerçek dostluklarından ilham alınarak yazılan senaryoda
ise bu gerçekçiliğin esere sonuna kadar işlemiş olduğunu görüyoruz.
(SPOILER)
Gerçekçilik konusunu daha da
açmamız gerek; çünkü filmin iki başrol oyuncusu, rollerinin içinde o kadar “gerçek”
ki eserin ortalarına geldiğinizde, sanki uzun zamandır izlediğiniz bir dizinin
başrollerini izliyormuş hissine kapılıyorsunuz:
Öncelikle, bu film ile adını
dünyaya duyurmayı başaran ve sonrasında ise X-Men: Days of the Future Past ile (az
da olsa) Hollywood’a açılan Omar Sy, bakıcı Driss rolünde resmen ağızları açık
bırakıyor. Doğru dürüst bir banyo bile yapamayacak kadar kalabalık bir ortamda akrabalarının
yanında yaşayan karakterin, Philippe’in evine taşındıktan sonra kendi özel odası
ve banyosuna girdiği o büyülü ana adeta izlerken siz de tanık oluyorsunuz. Adeta
gözlerinin içinin güldüğü o kahkahaları ve eğitimsiz olmasının ona yaşattığı
komik anları (yani filmin yüzde 50’si gibi bir süreyi) unutabilmek mümkün
değil.
Gerçek hayatta da eskiden Paris’in
banliyölerinde yaşamış biri olan Omar Sy, karakterinin yapısının doğallığını kendi
geçmişiyle de sağlamış olabilir. Sürekli kendini geliştirmeyi bilen ve her
zaman iyi niyetli bir yapıya sahip olan Driss’in, komşuların arabaları park
ettiği iki sahneye de bakarsak karakterinin film içinde yaşadığı evrime en
kolay şekilde tanık olabiliyoruz.
François Cluzet ise
sinemaseverlerin bildiği üzere birbirinden değerli Fransız filmlerinde oynamış
usta bir aktör. Ancak bu Philippe rolünün ise ona ayrı bir yakıştığını
söyleyebiliriz; özellikle “zengin ama yalnız olan entelektüel adam” profilini çok
doğru çiziyor. Karakteri gereği sadece yüzünü oynatabilmesiyle kısıtlı olmasına
rağmen ise büyük bir oyunculuk performansı sergiliyor (Örn. Polislere yakalandıktan
sonra kriz geçirdiği sahne). Bunun dışında, “Benim esas engelim, tekerlekli
sandalyede olmak değil, ‘onsuz’ olmak.” repliği ise akıllarımıza kazındı bile!
Fransız yönetmenler Éric Toledano
ve Olivier Nakache, çok bilinen isimler olmamalarına rağmen hiç şüphesiz ki kendi
kariyerlerinin en önemli eserlerine imza atıyorlar. Bunu yaparken de dünyaca
ünlü İtalyan besteci / piyanist Ludovico Einaudi başta olmak üzere, birçok
muazzam sanatçının müziklerinden faydalanıyorlar. Yönetmenlerin filmin hem açılışında
ve hem de kapanışında kullandıkları o araba sahnesinde Einaudi’nin Fly isimli olağanüstü
eseri izleyiciyi anında büyülemeyi başarıyor.
Ayrıca piyanistin birçok işinin
filmde kullanılmasının yanı sıra, Earth, Wind & Fire’ın efsane parçaları
September’ın filmin jeneriğinde ve Boogie Wonderland’in de Driss’in malum dans
sahnesinde filmi adeta taşıması ise gerçekten oldukça etkileyici. Ayrıca filmde
Vivaldi’den tutun Nina Simone’un Feeling Good’una kadar birçok eser daha mevcut.
Kısaca film, kesinlikle unutulmayacak bir soundtrack’e sahip.
Şimdi biraz rakamlardan
konuşalım; çünkü bahsetmezsek filme haksızlık etmiş oluruz: İlk 10 haftasında
18 milyona yakın kişinin izlemesiyle film, Fransa’da 2011 yılının en çok izlenen
eseri olmuş. Ayrıca böylelikle, Titanic ve Bienvenue chez les Ch'tis (2008)
filmlerinden sonra da Fransa tarihinde en çok izlenen üçüncü film haline gelmiş.
Fransa’daki başarı ise elbette tüm dünyaya yayılmış ve yazımızın başında ifade
ettiğimiz küresel etki burada gerçekleşmiş. Bu nedenle de sadece 9,500,000 euro
gibi bir bütçesi olmasına rağmen film, tahmin edilebildiği gibi bütün dünyada inanılmaz
bir gişe yapmış: 426,480,871 dolar. Bu rakamları Hollywood da görmüş olacak ki filmin
2017 yılında The Upside ismi altında Bryan Cranston ve Kevin Hart’lı bir remake’i yapıldı. (Tabii ki de bu kopya, orijinalinin ağırlığı altında ezildi).
En önemli rakam ise yukarıdakilerin
hiçbiri değil; çünkü 2012 yılında yönetmen Éric Toledano, bütün dünyadaki
tekerlekli sandalye kullanıcılarından 3000’in üzerinde “teşekkür mesajı”
aldığını açıkladı. Filmin yaratmış olduğu farkındalık, o insanların mutluluğu ve
izleyicilere verilmiş olan empati anlayışı gerçekten inanılmaz değerli. Bununla
birlikte, eserin iki başrolünün kurmuş olduğu bu samimi dostluk ise hem Fransız
Sinemasına derin izler bırakıyor hem de bu ikili gibi zengin-yoksul ve genç-yaşlı
ayrımlarına da gidilmeksizin de yakın arkadaşlık kurulabileceğini gösteriyor. Daha
ne diyelim: Dance! Boogie Wonderland!
Kaynak: 1.