30 Nisan 2019






Fransız Sinemasına Derin İzler Bırakmış Bir Dostluk

Intouchables (2011)



Kaynak: Wannart




“Philippe: Söyle bana Driss, sence neden insanlar sanatla ilgilenir?
Driss: Bilmiyorum. Sanat, bir iş olduğu için mi?
Philippe: Hayır. İnsanın ardında bıraktığı yegane şey olduğu için.”



Fransa, sanat tarihi boyunca beyaz perde için hep özel bir ülke olmuştur: İsimlerini teker teker saymak istersek burada 4-5 paragrafı rahatlıkla doldurabileceğimiz birinden değerli filmler ve yönetmenler, bu sanat aşığı ülkeden çıkmıştır. Örneğin, daha önce değindiğimiz La Nouvelle Vogue akımı, Le Voyage dans La Lune vs. birçok iş, sinema sanatının evriminde kritik rollere sahiptir. Bu nedenle Fransız Sineması, sadece o ülke için değil; aynı zamanda bütün dünya için de ilham verici bir gelenektir.



Son yıllarda ise bu geleneğin modern dünya sinemasında giderek azalan etkisini yeniden canlandıran nadir filmler izleyebiliyoruz. Bu modern klasiklerin en önemlilerinden biri olan Intouchables, internet jenerasyonunun sinema mabedi olan IMDB’nin malum 500’lük listesinde ilk 50’ye girebilmesiyle bile yaratmış olduğu küresel etkiyi kolayca kanıtlayabilir.

Kısaca film, bir yamaç paraşütü kazası sonrası vücudu felç olan oldukça zengin bir adamın kendisine bakıcılık yapması için hapisten yeni çıkmış bir genci işe almasından sonraki olayları konu alıyor. Hikayenin esas ilginç kısmı ise olayın tamamen gerçek olması: Fransa’nın sayılı zenginlerinden Philippe Pozzo di Borgo ve Cezayir asıllı bakıcısı Abdel Sellou’nun gerçek dostluklarından ilham alınarak yazılan senaryoda ise bu gerçekçiliğin esere sonuna kadar işlemiş olduğunu görüyoruz.


(SPOILER)

Gerçekçilik konusunu daha da açmamız gerek; çünkü filmin iki başrol oyuncusu, rollerinin içinde o kadar “gerçek” ki eserin ortalarına geldiğinizde, sanki uzun zamandır izlediğiniz bir dizinin başrollerini izliyormuş hissine kapılıyorsunuz:

Öncelikle, bu film ile adını dünyaya duyurmayı başaran ve sonrasında ise X-Men: Days of the Future Past ile (az da olsa) Hollywood’a açılan Omar Sy, bakıcı Driss rolünde resmen ağızları açık bırakıyor. Doğru dürüst bir banyo bile yapamayacak kadar kalabalık bir ortamda akrabalarının yanında yaşayan karakterin, Philippe’in evine taşındıktan sonra kendi özel odası ve banyosuna girdiği o büyülü ana adeta izlerken siz de tanık oluyorsunuz. Adeta gözlerinin içinin güldüğü o kahkahaları ve eğitimsiz olmasının ona yaşattığı komik anları (yani filmin yüzde 50’si gibi bir süreyi) unutabilmek mümkün değil.


Gerçek hayatta da eskiden Paris’in banliyölerinde yaşamış biri olan Omar Sy, karakterinin yapısının doğallığını kendi geçmişiyle de sağlamış olabilir. Sürekli kendini geliştirmeyi bilen ve her zaman iyi niyetli bir yapıya sahip olan Driss’in, komşuların arabaları park ettiği iki sahneye de bakarsak karakterinin film içinde yaşadığı evrime en kolay şekilde tanık olabiliyoruz.

François Cluzet ise sinemaseverlerin bildiği üzere birbirinden değerli Fransız filmlerinde oynamış usta bir aktör. Ancak bu Philippe rolünün ise ona ayrı bir yakıştığını söyleyebiliriz; özellikle “zengin ama yalnız olan entelektüel adam” profilini çok doğru çiziyor. Karakteri gereği sadece yüzünü oynatabilmesiyle kısıtlı olmasına rağmen ise büyük bir oyunculuk performansı sergiliyor (Örn. Polislere yakalandıktan sonra kriz geçirdiği sahne). Bunun dışında, “Benim esas engelim, tekerlekli sandalyede olmak değil, ‘onsuz’ olmak.” repliği ise akıllarımıza kazındı bile!


Fransız yönetmenler Éric Toledano ve Olivier Nakache, çok bilinen isimler olmamalarına rağmen hiç şüphesiz ki kendi kariyerlerinin en önemli eserlerine imza atıyorlar. Bunu yaparken de dünyaca ünlü İtalyan besteci / piyanist Ludovico Einaudi başta olmak üzere, birçok muazzam sanatçının müziklerinden faydalanıyorlar. Yönetmenlerin filmin hem açılışında ve hem de kapanışında kullandıkları o araba sahnesinde Einaudi’nin Fly isimli olağanüstü eseri izleyiciyi anında büyülemeyi başarıyor.

Ayrıca piyanistin birçok işinin filmde kullanılmasının yanı sıra, Earth, Wind & Fire’ın efsane parçaları September’ın filmin jeneriğinde ve Boogie Wonderland’in de Driss’in malum dans sahnesinde filmi adeta taşıması ise gerçekten oldukça etkileyici. Ayrıca filmde Vivaldi’den tutun Nina Simone’un Feeling Good’una kadar birçok eser daha mevcut. Kısaca film, kesinlikle unutulmayacak bir soundtrack’e sahip.



Şimdi biraz rakamlardan konuşalım; çünkü bahsetmezsek filme haksızlık etmiş oluruz: İlk 10 haftasında 18 milyona yakın kişinin izlemesiyle film, Fransa’da 2011 yılının en çok izlenen eseri olmuş. Ayrıca böylelikle, Titanic ve Bienvenue chez les Ch'tis (2008) filmlerinden sonra da Fransa tarihinde en çok izlenen üçüncü film haline gelmiş. Fransa’daki başarı ise elbette tüm dünyaya yayılmış ve yazımızın başında ifade ettiğimiz küresel etki burada gerçekleşmiş. Bu nedenle de sadece 9,500,000 euro gibi bir bütçesi olmasına rağmen film, tahmin edilebildiği gibi bütün dünyada inanılmaz bir gişe yapmış: 426,480,871 dolar. Bu rakamları Hollywood da görmüş olacak ki filmin 2017 yılında The Upside ismi altında Bryan Cranston ve Kevin Hart’lı bir remake’i yapıldı. (Tabii ki de bu kopya, orijinalinin ağırlığı altında ezildi).
 

En önemli rakam ise yukarıdakilerin hiçbiri değil; çünkü 2012 yılında yönetmen Éric Toledano, bütün dünyadaki tekerlekli sandalye kullanıcılarından 3000’in üzerinde “teşekkür mesajı” aldığını açıkladı. Filmin yaratmış olduğu farkındalık, o insanların mutluluğu ve izleyicilere verilmiş olan empati anlayışı gerçekten inanılmaz değerli. Bununla birlikte, eserin iki başrolünün kurmuş olduğu bu samimi dostluk ise hem Fransız Sinemasına derin izler bırakıyor hem de bu ikili gibi zengin-yoksul ve genç-yaşlı ayrımlarına da gidilmeksizin de yakın arkadaşlık kurulabileceğini gösteriyor. Daha ne diyelim: Dance! Boogie Wonderland!

Kaynak: 1.