Ryan Gosling ve Carey Mulligan'ın Sizi Uzaklara Götürdüğü Film
Drive (2011)
Kaynak: Wannart
*çizgi film
izleniyordur*
Sürücü: “O, bir kötü
adam mı?”
Benicio: Evet.
Sürücü: Neden peki?
Benicio: Çünkü o bir
köpekbalığı.
Sürücü: Peki hiç iyi
köpekbalığı yok mudur?
Ryan Gosling’i bu diyalogdaki Sürücü olarak izlediğimiz Drive (2011), gerek kendine özgü atmosferi gerek de
kelimenin tam anlamıyla “cool” karakterleri dolayısıyla oldukça ilgi çekici bir
film. Danimarkalı yönetmen Nicolas Winding Refn, (haliyle) içinden çıkmış
olduğu Avrupa Sineması kültürü ile Hollywood’un imkanlarını harmanlayıp eleştirmenler
tarafından geçer not alan ve farklı tatlar arayan “sabırlı” seyircilere hitap
eden bir eser ortaya çıkarıyor.
Özetle film, aynı zamanda tamircilik
yapan bir Hollywood dublörünün, komşusuna hayati bir konuda yardım etmeye
çalışmasını ele alıyor. Dublörü ya da filmdeki genel adıyla Sürücü'yü canlandıran Gosling, karakterinin soğukkanlı halleri ve derin bakışlarıyla filmi
taşıyan isim oluyor. Özellikle onun hayranı olan genç kızların bu filmi
kaçırması resmen bir hata olur. Diğer taraftan, İngiliz oyuncu Carey Mulligan
ise duru güzelliği ve adeta gözlerinin içinin güldüğü o gülümsemesiyle izleyenleri
kolaylıkla kendine hayran bırakıyor. Bu ikilinin muazzamlığını yeterince
övdüysek, filmi incelemeye başlayalım.
(SPOILER)
Yazımızın başında değindiğimiz
diyalogda Sürücü’nün bu soruyu sorma sebebi aslında gayet açık: Kendisi de o kural
tanımayan yasa dışı dünyanın bir parçası olduğu için esasen iyi bir insan olup
olmadığını sorgulamak istiyor. Geceleri çalıştığı hırsızlara 5 dk verip daha
sonra da onları üstün araba kullanma yetenekleriyle olay mahallinden “kaçıran” bu
karakter, aslında normal hayatında iyi biri: Yanında çalıştığı adam olan biricik
Walter White’ımız Bryan Cranston’un karakteriyle bir baba-oğul ilişkileri var. Komşusu
Mulligan ve oğlu Benicio ile aralarının zaten oldukça iyi olduğunu filmin büyük
bir bölümünde tanık oluyoruz. Hatta Mulligan’ın kocasını oynayan “her rolün
adamı” Oscar Isaac’e bile kendisini sevdirmeyi başarıyor. Ancak Sürücü, hangi
dünyaya ait olduğunun farkında.
Drive hakkında konuşulması
gereken en önemli noktalardan birinin imaj olduğunu kesinlikle vurgulamamız
gerek: Film, daha ilk sahnelerinde bize kanıtladığı gibi, özenle seçilmiş
jenerik fontundan tutun gökdelenleriyle sürekli izleyiciye eşlik eden şehir manzaralarıyla
görselliğe fazlasıyla önem veren bir yapım. Gosling’in imajı ise başlı başına ayrı
bir konu: Filmlerdeki “karizmatik karakter stereotip’lerinin sürekli içtiği sigara”
yerine burada bir kürdan ile karşılaşıyoruz. Esas görsel ise tabii ki filmi
bitirdikten sonra aklımızda kalan ilk şeylerden biri oluyor: Akrep logolu beyaz
ceket. Film süresince giderek kanlanan bu ceket, aslında karakterin ruh halini
de yansıtan bir metafor.
Filmin ceket ile birlikte belki
de en fazla dikkat çeken tarafı ise hiç şüphesiz müzikleri. Bazı filmler vardır,
izlersiniz ve hayatınıza devam edersiniz. Bazılarını ise izledikten sonra hemen
YouTube ya da Spotify’ı açıp soundtrack’ine gömülürsünüz; işte Drive kesinlikle
bu şekilde etkisi olan bir film. Jenerik girdiği anda izleyicinin kalbini tam
12’den vuran Nightcall, bir dönemi adeta ele geçirmiş olan Sythwave akımını milenyum
kuşağıyla tanıştıran en değerli parçalardan biri oluyor. Fransız DJ Kavinsky
ise bu parçanın filmle beraber uçmasının ardından ününe ün kattı. Ayrıca London
Grammar da olağanüstü bir cover’ını ilk albümünde yayımladı. College ve
Electric Youth işbirliği olan A Real Hero ise hem filmde iki defa çalmasıyla
hem de insanı derinden etkileyen vokalleriyle filmin en değerli unsurlarından biri
oluyor. Ayrıca belirtelim: Film, albümüyle olmasa bile sound editing kategorisiyle Oscar adayı olmuş.
James Sallis isimli Amerikalı yazarın
2005 yılındaki Drive adlı kitabından uyarlanmış olan film, buna rağmen -çoğu
roman uyarlamasına göre kıyasla- fazla derin karakterlere sahip değil. Film hakkında
eleştirilen noktalardan biri bu; ancak mesela başkarakterimizin bir isminin
bile olmaması tamamiyle yazarın / senaristin seçimi. Böylelikle, bilinçli şekilde
bir gizem ve belirsizlik yaratılmak isteniyor. Ancak, olay sadece isim ile
alakalı değil: Her ne kadar yan rollerde Bryan Cranston da maalesef dahil olmak
üzere, Ron Perlman ve Christina Hendricks gibi birbirinden yetenekli isimlerle
çalışılsa da Isaac dışında akılda kalabilen bir yan karakterin olduğunu
söylemek pek mümkün değil.
Bununla birlikte, repliklerin bilinçli
bir şekilde kısa kısa olması ile karakterlerin aralarda sürekli uzun bakışmalar
izlememiz, filmi tipik bir Hollywood film noir'ı kalıbından çıkarıp yönetmeninin ait
olduğu yere yani Avrupa’ya bağlayan bir unsur oluyor. Bu nedenle, sabırlı izleyicilerin
oldukça zevk alacağı; ancak filmin akıp gitmesini isteyen kesimin ise hiç
sevemeyeceği bir eser olmuş. Bu nedenle, filmin senaryosundan oldukça zevk
alabilmeniz de hikayenin tahmin edilebilir olmasıyla sıkıntıdan bayılabilmeniz
de mümkün. Mesela, sonunda esas oğlanın esas kıza dönmeyeceği o kadar belli ki!
Ancak bunlara rağmen film, atmosferi ve oyunculuklarıyla sizi uzaklara götürmeyi
başarıyor.
Başroldeki ikilinin arasındaki acayip
düzeydeki uyum ise filmin izleyicileri açmasındaki en güçlü anahtarlarından
biri oluyor. Çoğunlukla sadece bakışlarıyla oynayarak hem aralarındaki duygusal
çekim hem de bu iki komşunun birbirlerine gerçekten ihtiyaçlarının olduğu çok
gerçekçi bir şekilde anlatılıyor. Ancak Sürücü, hem kafatası kırdığı o malum
asansör sahnesinde hem de Cranston’un karakterinin ölmesiyle birlikte, iki
komşunun aslında çok farklı dünyalara ait olduğunu anlayıp geri dönmemek üzere
yola çıkıyor. O, bir köpekbalığı, ne yaparsa yapsın öyle kalacak!
Kaynak: 1.