Tünelin Ucundaki Işığı Arayan Bir Film
The Perks of Being a Wallflower (2012)
Kaynak: Wannart
Sam: “Why do I and
everyone I love pick people who treat us like we're nothing?”
Charlie: “We accept
the love we think we deserve.”
Söz konusu diyalogda verilmek istenen mesajın ulaştığı nokta, aslında Ekşi Sözlük’teki o malum başlıktan hiç de uzakta değil. Hakkında 300 sayfadan fazla yazı yazılmış olan bu başlık, tabii ki cinsiyet farkı olmaksızın, hem kadınların hem de erkeklerin ilişki hayatlarında sıkça yaşayabileceği bir durum. 2012 yılında hayatımıza girmiş olan The Perks of Being a Wallflower filmi ise tıpkı yukarıdaki diyaloğun da vurguladığı üzere insan ruhuna odaklanan bir yapım.
Amerikalı
yazar Stephen Chbosky’nin 1999 yılında yayımladığı aynı isimli kitabı, The New
York Times’da en çok satanlar arasına girmiş bir gençlik romanıydı. Yıllar
sonra ise Hollywood kitabı beyazperdeye uyarlamak istediğinde ise yazar,
senaryoyu yine kendisi yazdı. Hatta bununla da yetinmedi; filmin yönetmenliğini
de o üstlendi. Romanın 3 baş karakteri için de özenli bir casting çalışması
yapıldı. Bunların sonucu ise hiç de şaşırtıcı değildi. Chbosky, bütün hayatını
adadığı bu eserden emeğinin karşılığını da sinemaya muazzam bir gençlik filmi armağan
ederek aldı.
Özetle eser,
lisede ilk yılını geçiren popülerlikten uzak bir gencin kendisine birçok yönden
benzeyen iki lise son sınıf öğrencisiyle dostluğu gerçek anlamda yeniden
keşfetmesini ele alıyor.
(Spoiler)
Filmin bir
roman uyarlaması olması sebebiyle -hemen hemen çoğu başarılı uyarlamadaki gibi-
oldukça derin nitelikte karakterlerle karşılaşıyoruz: Büyük bütçeli yapımların “iyi
niyetli ve naif başrolü” olan Logan Lerman, burada da hem okuldaki diğer
öğrencilerden dışlandığı sahnelerde hem de özellikle psikolojik bunalımlara
girdiği anlarda oldukça gerçekçi bir performans gösteriyor (Bkz. Halasıyla ilgili
yaşadığı travma ve okul yemekhanesindeki yumruk sahneleri). Aynı zamanda da film
boyunca karakter, kısa zaman önce intihar eden en yakın arkadaşına mektup yazarak
bize filmin anlatıcılığını yapıyor.
Hogwarts’ın
yarı Muggle yarı büyücü olan güzelliği Emma Watson ise bu sefer karşımıza kısacık
saçları ve Amerikan aksanıyla çıkıyor. Burada ise Harry Potter serisinden
tamamiyle farklı bir rolde olduğu için onu böyle benimsememiz filmin başlarda ilginç
olsa da özellikle bu filmle artık özdeşleşmiş olan tünel sahnesinde ve bazı
anlarda hiç de fena olmayan bir oyunculuk sergiliyor. O anlara başka bir örnek
olarak, Lerman’ın karakteri Charlie’nin yılbaşı hediyelerini giydiğinde ona resmen
“düştüğü” o bakışını verebiliriz.
Filmin en
çok akılda kalan karakteri ise şüphesiz Ezra Miller oluyor: Watson’ın karakteri
Sam’in üvey kardeşi olan Patrick’e hayat veren Miller, “hayatta hiçbir şeyi
ciddiye almama” gibi bir savunma mekanizmasına sahip bir karakteri
canlandırıyor. Oyuncunun özel hayatındaki cinsel yöneliminin de pozitif katkısı
sayesinde ortaya inanılmaz doğal bir performans çıkıyor. Yazar Chbosky’nin de en
fazla özgürlük tanıdığı karakterin Patrick olmasıyla birlikte Miller, özellikle
arkadaş gruplarının samimice eğlendiği sahnelerde ve The Rocky Horror Show
müzikali anında yeteneklerini adeta konuşturuyor. Miller’ı daha sonra DC Comics
filmlerinde The Flash ve Fantastic Beasts filmlerinde Credence olarak izleyebilmemiz
ise bu nedenle hiç şaşırtıcı değil.
Hikayenin ve karakterlerin derinliğini
oluşturan temel nitelikler olan geçmişte yaşanan olaylar, izleyicinin de filmin
esas yapısını anlamasını sağlıyor: Karakterlerin üçünün de küçüklüklerinde
yaşadıkları (cinsel ağırlıklı) travmalar sonucunda ruhlarında oluşan o boşluğu,
lise çağına geldiklerinde toplum stereotiplerinden farklılaşarak dolduruyorlar.
Bu üçlünün ve hatta onlarla aynı gruptaki budist ve gotik olarak nitelenen
kişilerin de ortak noktaları aslında geçmişlerindeki yaralar. Bu psikolojik
yaralar ise onları toplumun genelinden uzaklaştırmasına rağmen birbirlerine
yakınlaştırmayı başarıyor.
Lerman’ın
karakteri Charlie’nin doktorunun film sonunda değindiği üzere ise “Nereden
geldiğimizi değil; ancak nereye gittiğimizi seçebiliriz” ifadesinin altı
çiziliyor. Tıpkı, o tünel sahnesi gibi, aynı zamanda filmin başındaki jenerikte
de yer alan o tünelin sonunda bir şekilde aydınlığın görüneceği betimlenmiş. Yeter
ki anı yaşamanın değerini bilin! (Bkz. Charlie’nin tüneldeki “I feel infinite”
repliği.) Bununla birlikte, komedi yapımlarının baş tacı Paul Rudd’ın hayat
verdiği “ilham verici öğretmen” rolü de aslında Charlie’ye her zaman o ışığı
göstermeye çalışıyordu.
Yapımın ufak
zayıflıklarından biri ise tabii ki gençlik filmi klişeleri: Değindiğimiz öğretmen
karakteri buna bir örnek: Neredeyse her lise filmi öğretmenlerinde bir Dead Poets Society (1989) tadı alır olduk. Bununla birlikte, “ezik öğrenciler” ve
“popüler öğrenciler” klişesi de başka bir yaygın örnek. Aynı zamanda da bazı
karakterler çok siyah ve beyaz; gri bir kişiliğe sahip az ama öz karakter
mevcut.
Bunları bir
kenara bırakırsak, filmin değerini artıran oldukça etkileyici bir sebep daha
söyleyebiliriz: Müzikler! Soundtrack albümüne özenildiği her anından belli olan
eser, her ne kadar filmde dinleyemesek de The Beatles’tan Something plağını
görmemiz ve çekme kasetler gibi önemli detaylara sahip. Ayrıca belirtmesek
olmaz: The Smiths’lerle The Beatles’larla haşır neşir bir arkadaş grubunun daha
önce hiç David Bowie efsanesi olan Heroes'u dinlememiş olması (!) ilginç bir
detay.
Son olarak,
yazımızın başındaki diyalogda değindiğimiz konuda ise bu filmde örnekler bol:
Charlie karakterinin hiç istemediği ancak kıramadığı bir kızla olması, Charlie’nin
kız kardeşinin ona şiddet uygulayan biriyle birlikteliği, Sam’in onu aslında
hep aldattığı ortaya çıkan üniversiteli bir adamla beraber olması ve Patrick’in
aslında cinsel tercihinden utanan birine aşık olması.
Ancak "Saksı Olmanın Faydaları"nda esas
önemli olan, tünelin ucundaki ışığın her zaman farkında olmak. Bu film de özellikle
genç yaştaki izleyiciler için bunu en doğal haliyle yansıtmayı başarıyor!