3 Eylül 2018




Frida Kahlo'nun Tablolarındaki Aşkın ve Hüznün Hikayesini Anlatan Film

Frida (2002)







    
        Amerikalı yönetmen Julie Taymor’ın 2002 yılında çektiği Frida filmi, ikonik ressam Frida Kahlo’nun olağanüstü zorluklara göğüs gerdiği hayatını ele alıyor. Bu filmi acayip değerli kılan ve diğer biyografik eserlerden farklılaştıran bir özelliği var: Meksikalı ressamın ve şurada incelediğimiz biricik aşkı Diego Rivera’nın özel hayatını bilmek, tablolarını da gerçek anlamda anlayabilmemizi sağlıyor. Böylelikle, Kahlo’nun çoğunluğu otoportre olan muazzam resimlerini daha derinden inceleyebiliyoruz. Hatta söz konusu etkiyi merak edenler de şu incelememize göz atabilir. Film ise başrollerindeki Salma Hayek ve Alfred Molina’nın oyunculuklarının omuzlarının üstünde yükselen modern bir sanat eseri. Ünlü ressamın hayat dolu öğrencilik yıllarından başlayan ve yaşamını trajik bir şekilde 47 yaşında kaybetmesine kadar olan süreci izlemek, tek kelimeyle “etkileyici” bir deneyim bırakıyor.


            Oyunculukların sürüklediği bu film, Meksika insanının sıcakkanlılığını ve eğlenceli karakterini de en doğal şekilde işlemeyi başarıyor. Özellikle Hayek, hem duygu yoğunluğunun fazla olduğu hüzünlü sahnelerde, hem de aşkın ve başarının insana tattırdığı o mutluğunu yansıtan sahnelerde harika bir iş çıkarıyor. Kendi kariyerinin en değerli rolünün de Frida olduğunu ifade etmek yanlış olmaz. Bu rol ile Oscar adaylığı alan Meksikalı oyuncu, filmin tanıtımlarında verdiği şu röportajda da Kahlo’nun aslında onun kahramanlarından biri olduğunu belirtiyor. Ayrıca karakterine ait şu çıkarımı da yapıyor: “Onda özgün olma cesareti vardı.”. Bunun yanında, ilginç bir detay olarak şunu söyleyebiliriz ki Frida Kahlo’nun gerçek hayattaki yeğeni, Hayek’in oyunculuğundan o kadar etkilenmiş ki ona Kahlo’nun kolyelerinden birini hediye etmiş.


            (Spoiler)

            Yönetmenin, senaristlerin de sayesinde Kahlo’nun “acı” hayatını şekillendiren birçok özel hayat ve sağlık sorununu ele alma şekli ise gayet başarılı. Taymor; Frida’nın neredeyse bütün kemiklerini kırmasına sebep olan araba kazasını, gençlik aşkının onu terk edişini ve çocuğunu düşürmesini filmin başında çok akıcı bir anlatımla ifade ediyor. Ardından, Frida’nın şahit olduğu zina anlarını, hatta kocasını ablasıyla yakaladıktan sonra saçını kesişini, annesini kaybedişini, parmaklarını / bacağını kestirmesini ve bunun gibi talihsizlikleri ise yine fazlasıyla akılda kalıcı bir biçimde işliyor. Bu tarz olayların bol olması sayesinde ise ortaya kültleşmeye aday birçok sahne çıkıyor: Örneğin, şu yüzleşme sahnesinde Frida’nın Diego’ya “Sen benim yoldaşım, en iyi arkadaşım ve sanat ortağım oldun; ama asla kocam olamadın.” repliği gerçekten etkileyici. Ayrıca, şuradaki dans sahnesi de kolay kolay hafızalardan çıkmayacak bir estetikte işlenmiş.


            Filmin olay örgüsü ve kurgusunun dışında, birçok akılda kalıcı özellikleri var: Öncelikle renkler ve makyajlar gerçekten olağanüstü. İmaj hususunda, efsane bir ressamın hayatına yakışır bir biçimde çalışılmış. Hatta, bu çalışma En İyi Makyaj Oscar Ödülü heykelciğiyle de taçlanmış. Bunun yanında, müzikler ise ayrı bir güzellik. Bu filmden 5 yıl sonra bir The Beatles müzikali olan Across the Universe (2007) harikasını da yöneten Julie Taymor, Frida’yı da izleyicisinin kulaklarına ilaç gibi gelen müziklerle donatıyor. Elliot Goldenthal imzalı soundtrack albümü, özellikle Meksika kültürünün vazgeçilmezi olan klasik gitarlarla bezeli eserleriyle kalplerimizi kolayca kazanmayı biliyor. Ayrıca bu albümün de Oscar sahibi olduğunu belirtelim. Bunların yanında filmde kısa kısa kullanılan animasyonlar da özellikle daha önce değindiğimiz akıcılığı besler nitelikte unsurlar. Örneğin, Diego’nun King Kong’a benzetilip Empire State’e çıktığı ve düştüğü sahneler oldukça yaratıcı.

            Frida’yı bu kadar övmemize rağmen, filmin içinde ifade edilmesi gereken birkaç ufak sıkıntı var: Öncelikle, Kahlo’nun özel hayatına gerçekten de acayip yoğun derecede odaklanılmış. Bu özgün ressamın tekniği ve resimlerinde oluşturmak istediği hissiyat açısından daha fazla bilgi verilebilmesi gerekirdi. Ancak tabii ki, onun özel hayatını bilmenin tablolarına etkisi açısından ne kadar değerli olduğunu da daha önce bahsetmiştik; yine de keşke bu kadar yoğun işlenmeseydi. Bir başka konu ise filmde Diego Rivera’nın kişisel ve mesleki hayatının fazla ele alınması: Filmin bir bölümü tamamen Rivera’yı anlatıyor. Bu da elbette elzem bir konu; ancak daha sade bir anlatım kullanılabilirdi. Bu ufak sıkıntılara ek olarak şunu da söyleyebiliriz: Sahneler arası geçişler, bazen gerçekten çok hızlı ve düzensiz. Konudan konuya birden atlanmasıyla birlikte kurguda kopukluklar olabiliyor. Yine de filmin 2 saatlik süresi ele alındığında, daha da uzatılmaması için tercih edilmiş bir yol olarak da görülebilir bu.


“Uçabilecek kanatlarım varken neden ayaklarıma ihtiyaç duyayım ki?” sözünü, bu değerli ressamın çizim defterinde gördüğümüzde tekrar hatırlıyoruz ki o, gerçekten de birçok acıya göğüs gerebilmiş bir sanatçı. Sürüyle yaşadığı talihsizliğe rağmen umudunu hiç kaybetmemesi ve yaşama bir şekilde tutunması ise onun en büyük gücü. Filmin sonlarındaki şu sahne ise aslında adeta bunu özetliyor. Yaşadığı acılardan beslenip bunları birbirinden özel sanat eserlerine dönüştürmesi ise tarif edilemez bir başarı. Özellikle kaşlarının da ön plana çıktığı otoportreleri çizmesi ise eserlerini daha da kişisel bir hale getiriyor şüphesiz. Frida filmi ise onun tablolarındaki aşkın ve hüznün hikayesini en doğal şekilde izleyicilerle buluşturmayı başarıyor!
           
Kaynak: 1.